14 Temmuz 2013 Pazar

Hiç bir şey eskisi gibi olmayacak diyor herkes. Olmasın. Amin.



1961 doğumluyum. Hala çalışmakta olan bir üniversite mezunuyum.  9 yıldır tek başıma yaşıyorum sayılır. Bir kızım var 27 yaşında. Arkadaşlarım, ailem ve sevgilim var, mutluyum.
İyi bir anne olmak ve hiç yalan söylememek dışında kayda değer bir tecrübem yok.
Beyaz Türk tanımına uyuyorum ama beyaz değilim,  çok renklilikten, hatta bazen kirlilikten bile hoşlanıyorum.


Güvenlikli sitelerde değil, birbirimizi koruduğumuz mahallelerde yaşamak istiyorum, hayatımın sonuna kadar.

31 Mayıs gününden 2 hafta önce İrlanda’yı gezip dolaşmaktan dönmüştüm.  Dönerken korkmuştum,
bütün o gördüğümüz sakin, huzurlu, yeterlilik duygusu ile kaplı kasaba ve şehirlerden sonra İstanbul’ a döndüğümde içim acıyacak diye. Ama öyle olmadı, ayak basınca Istanbul, sardı beni yine kendisi ile, tüm karmaşası ve agresyonuna ragmen.

Gezi parkı ve Taksim ile ilgili yayalaştırma projelerinden hafif yollu bilgim vardı. Belediyenin sitesinde yayınladıkları projeyi izlemiş, aman allah yine yapacaklar kupkuru, cansız bir şeyler diye dertlenmiştim.

Sırrı Süreyya’nın, kepçe karşısındaki direnişini görünce, şehri korumaktan çok,  insanlığı desteklemek için gittim Çarşamba akşamı Gezi parkına.

Güzel güzel oturuyordu gençler, kim ola ki bunlar böyle, bu kadar şehirlerine sahip çıkıyorlar diye düşündüm. Taksim platformundan filan da haberim yoktu daha.
Derken 31 Mayıs Cuma akşamı işten çıkıp sokağa döküldüm herkes gibi. Eve yakın konuşlandık, Taksim İlk Yardım’ın önünde bekleştik, boynumuza eşarplar sardık belki gaz gelirse korunuruz diye.
Taksim’e doğru Sıraselviler’in girişindeki hareket, bulunduğumuz yerden hiç hissedilmiyordu, sadece ara sıra insanlar uzaktan gelen bir dalganın etkisi ile bir kaç adım geriye gidiyorlardı, hay allah ne oldu acaba diyorduk.

Hükümet istifa sloganlarına, ne istifası yahu diye burun kıvırdım.

Zıplamayan faşisttir sloganında zıpladım içtenlikle. Çok daha fazla sayıda insan, faşizmin ne demek olduğunu yaşamaya başlamak üzereydik. Henüz polis şiddetine birebir maruz kalmış olmasak da, çok yakında olduğunu hissediyorduk. Kızım Sıraselviler’e doğru daha ileri gitmişti, bir ara telefonlaştık, şimdi iyiyiz Pera’ ya sığındık dediler. Demek ki sığınılması gereken bir durum vardı.
Birlikte olduğum arkadaşım, ne duruyoruz burada, daha ileri gidelim diyordu ama benim astım meselemi bahane edip, fazla cengaverliğe girişmedik. Ben de, burada durmak yerine gidip aşağıdaki polis karakolunun önünde duralım, polise bir mesaj olur belki dedim, gittik biraz dikildik kapılarının önünde. Eylemimiz bir iki dakika kadar sürebildi, sivillerden biri, buyrun hanfendi deyince, yok bir şey öyle baktık deyip dağıldık. Cihangir’deki çocuk karakolu;  her geçtiğimde önünde sivil kıyafetli ama kocaman silahı boynuna geçirmiş insanlar görüp bu nasıl şey böyle diye düşünürüm, her gün görünce de insan alışıyor, televizyon dizisi karakteri gibi görmeye başlıyor.

Sonra arka taraftan Istiklal’e doğru yürüyelim bari dedik, o tarafa gelmek üzere yolda arkadaşlarımız vardı. Arada bir kafede oturup bir şey içtik. Birlikte olduğum arkadaşım, tamam bunların işi bitti artık,
Amerika iplerini çeker, otururlar aşağı diyordu. Bense daha tam ne dediğimi bilememekle birlikte,  bu ortaya çıkışın sadece AKP ve onun temsil ettiği şeylere karşı düşmanlığa dönüşmemesi  gerektiğini söylemeye çalışıyordum. Bayağı zorlandık birbirimizi anlamakta, neredeyse tartıştık.

Sonuçta devlet ve polis yıllar boyu hep aynıydı,  ve bir yandan AKP dönemine borçluyduk bu ülkede var olan her sesin ortalığa çıkmasını, öyle ya da böyle konuşulmasını, en azından duyularak kanıksanmasını.

Kendi üzerlerinden de olsa bize göstermişlerdi ayrımcılığı, ötekileştirmeyi, hepimiz AKP sayesinde tatmıştık azınlık olmanın ne demek olduğunu.

2 haziranda şöyle yazmışım facebook duvarıma:

Saat 9 dan beri kepçe-tencere senfonisi devam ediyor. Köşeden çöpleri toplayan çöp kamyonu görevlileri işleri bitince ritme katılıp alkış tuttular. İnip onları kucaklamadığım için pişmanım şimdi. Her sabah işe giderken karşılaştığımda onlara günaydın kolay gelsin derim zaten ama artık isimlerini de öğrenmeliyim. Tayyip bizden ''onlar''' diye söz edip dururken bize bir şey öğretti. Bu ülke herkesin, beyaz, kırmızı, yeşil ve hatta artık Afrikali göçmenlerin de. Çok akıllı olmalıyız. Onun bizler-onlar oyununu bozmak için elimizden geleni yapmalıyız. Tabii içtenlikle buna inanarak. Ne olur bu olağanüstü direniş başka hiç kayıp vermeden amacına ulaşsın, gidip Fatih camiinde namaz kılıcam. Eşitlik, özgürlük, sağduyu ve empati için dua edicem.


Sonra buluştuk arkadaşlarımızla İstiklal’de, Atlas pasajı hizalarında filandık, orada da pek anlaşılmıyordu ileride neler olduğu.  Rüzgarın etkisi ile hafif hafif biber gazı bize doğru gelince,
geri Cihangir’e doğru yürüdük. Karnı acıkanlar vardı, oturduk bir şeyler yedik.  500 mt ötemizde, gaz, tazzikli su, barikat, çatışma varken Cihangir’de hayat normal devam ediyordu, ama herkesin kafası başka bir yerde, ya da aynı yerdeydi. Oturduğumuz yerde artık genzimiz yanıp gözlerimiz yaşarmaya başlayınca eve gittik. Oturup televizyonu açtık, bende sadece çanak var orada da uyduruk kanallar çıkıyor. İşten eve gelince kafa boşaltmaya açarım televizyonu, kelime oyunu, yalan dünya filan izler karşısında uyuya kalırım, kalırdım. Beylik kanalları geziyoruz, hiç birinde alt yazı bile yok, hepimiz kendimizi yok hissettik, paniğe kapıldık. NTV? onda da yok. Hoppala, nasıl olur, ‘’1984’’ korkusu yaşıyoruz.  Derken kapı çaldı, kızımın bir arkadaşı, 3 arkadaşı ile birlikte geldi, gazdan kaçıp sığınanlar.
Birazdan tekrar kapı çaldı 3 kişi daha, daha sonra da kızım ve arkadaşları. Halk TV yi bulduk, Beşiktaş Çarşı’dan haberimiz oldu. Gece 11 kişi kaldık evde, sabah 4 gibi uyumaya çekildik, 8 gibi uyandık.
Dışarı çıktım kahvaltılık bir şeyler almaya, meydanda gaz maskesi satışı başlamıştı, sevindim, 6 tane maske aldım. Evde, nereden maske alınacak, Karaköy’e mi gitmeli, yok Koçtaş‘ta varmış filan telaşı devam ediyordu.

Kahvaltı sonrası evdeki gençler savunma silahlarını alıp çıktılar dışarıya, maske, gözlük, talcidli su.

Aman dikkat edin, bari çok ön saflara gitmeyin diyebildim arkalarından. Öğlen saatlerinde artık polis TOMA si ile  Cihangir meydanına inmiş, biber gazı sıka sıka ilerliyordu, pencereden kafayı çıkarınca duman içinde meydanı görüyorduk. Gazdan kaçan eve sığınmaya başlamıştı yine. Komşulardan biri penceresinden bangır bangır  Çav Bella çalmaya başladı. Adrenalin tepeye vurmuştu hepimizde,  elimizde tencere tavalar pencerelerden dışarıdaydı bütün mahalle.

Son sahnede tam bizim evin önünde TOMA, su sıka sıka sokakta kalan üçbeş direnişçiyi aşağı doğru püskürtmeye çalışıyordu. TOMA nın karşısında tek kalan bir genç, dans ederek dalga geçiyordu.
Biz gaza dayanabildiğimiz sürece pencereden dışarı tencere tava çalıyor, bağırıyorduk, gaz çoğalınca içeri kaçıyorduk. Korkudan çok dehşet duygusu içindeydim. Evimin penceresinden izleyip heyecanlanmanın suçluluğu da vardı bir yandan.  Sonra birden TOMA geri çekildi, ortalık yatışıverdi. Etrafta bir yerlere sığınan kızım ve arkadaşları ortaya çıktı, içim rahatladı. Haydi Taksim’i ele geçirdik, herkes Taksim’e haberleri geldi.  Evde bir pankart hazırlığına giriştim, Those were the days melodisi ile söylenen, terbiyesiz bir futbol sloganı vardır, çok severim. İnsan doğasındaki kirli ve terbiyesiz ama şiddet içermeyen şeyleri sevdiğim için.

Evdeki pikelerden birine, kablo izolasyon malzemesi ile yazdım ‘’Those were the days Tayyip ‘’ ve astım pencereden aşağı.

Tepkim Tayyip’te yoğunlaşıyordu ister istemez çünkü kontrol gücü ondaydı. Ben de indim aşağıya, haydi Taksim’e yürüyelim derken bir pencereden elinde bira şişesi ile bir adam, gitmeyin herkesi toplayıp orada kıstırıyorlar, tuzak bu, gaz sıkıyorlar diye uyarıyordu.  Kızdım, böyle bir haber varsa elinde bira şişesiyle ne işin var. Ayrıca benim kızım orada, elim ayağım kesildi, oturdum, bekledim. Neyse korkulacak bir şey olmadığını anladık telefonlaşınca. Ben o Cumartesi gidemedim Geziye, ertesi gün, Pazar günü görebildim. Gülen yüzleriyle gençleri, zeka fışkıran pankartları, hemen organize edilmiş mutfak ve marketi. Civarı dolaştım, barikatları ve Taksimi izledim.

Taksim, tüm inşaat çirkinliğine rağmen o kadar güzel göründü ki gözüme, güzellik insanların yüzündeki mutluluktan ve ortamdaki olumlu enerjiden fışkırıyordu sanki. Hayatımın en mutlu zamanlarından birini yaşadım  etrafta dolaşırken.

AKM’nin tepesine dizilmiş insanları, boyun eğme pankartını görünce mutluluktan deliye döndüm.  

Daha sonraki günlerde de Gezi ‘de, dipdipe her çeşit insanın birarada, hiç itişip kakışmadan, birbirlerine nasıl yardım edebilirim duygusu ile bulunduğunu gördükçe, iyice delirdim sevinçten.

Tüm karmaşıklığımıza, tüm sorunlarımıza rağmen, başka bir dünyanın mümkün olduğunu gördüm.

En çok istediğim de herkesin bunu görmesiydi. Tamam, oradaki kardeşliği sağlayan şey, bir güce karşı birleşilmiş olmasıydı ama olsun, oradaki herkes, iktidar, devlet, otorite tarafından oluşturulan sahte düzenin ne kadar kırılgan olduğunu ve tepemizde  bir güç olmadan yaşayabilsek, birbirimizi çok daha kolay kabul edip anlayabileceğimizi gördü.
O yüzden herkesin Gezi’yi görmesi çok değerliydi, çok daha fazla insan görmeliydi. Bundan sonraki hayatımızda Gezi’yi görebilenlerle göremeyenler arasında çok önemli bir fark olacak diye düşünüyorum.

Ve ne yazık başbakan da göremedi. Gezi’deki gençlerin derdinin ne olduğunu göremedi. Yıllar boyu otorite,  baskı, darbe, haksızlık, katliam, cinayet korkusu  ile sindirilmiş insanların genlerinden doğan
bu nesil herkesi şaşırttığı gibi, başbakanı da şaşırttı ve korkuttu.       

Ben gerçekten hala  inanıyorum;  eğer başbakan pazar günü çıkıp da, tüm protestocuları  anladığını ifade eden, kendi bildiğinde diretmeyeceği mesajını veren, yatıştırıcı bir demeç verseydi, biz bambaşka bir Türkiye’ye uyanabilirdik, ve kendisi de oylarını artırarak gerçekten güzel bir ülke yaratabilirdi. Bunları hissederken, kendi kendime ulan çok mu hayalcisin diyordum, ama zaman içinde konuştuğum bir sürü insanın aynı şeyleri hissetmiş olduğunu duydum.  Ama başbakan göremedi, hepimizin korkup durduğu, bazılarımızın iyi niyetle, belki de o kadar değildir diye avunduğu duruma netlik kavuşturdu.

Tüm protestoları kendi kişiliğine saldırı olarak aldı, sizin için yaptıklarım gözünüze dursun dedi, ve üstelik ben %50 yi evde tutuyorum diyerek  milleti cart diye ikiye böldü, iç savaş korkusu saldı.  Bir başbakan nasıl böyle bir laf edebilir diye düşündü herkes, ben de kendimi sopa yemiş gibi hissettim günlerce.  Bir kaç gün boyunca acaba mı, biraz düzgün bir açıklama çıkar mı, kim konuşmuş, vali özür mü dilemiş filan diye kendimi  avutmaya çalıştım. Tunus’tan döneceği gece gökyüzüne bakarak çok dua ettim ama olmadı, başbakan döndü ve yine kendi gibi konuştu, tek tesellim, taraftarlarını el işareti ile durdurması oldu. Adamın eline gözüne bakar olduk, ne dedi, aslında ne hissediyor, hasta mı, delirdi mi acaba, acaba Taksim’de neler olup bittiğini gerçekten biliyor mu? Sonra işi faiz lobisi, dış mihraklara filan bağlayıp iyice zırvaladılar. Zaten şanslarını kaybetmişlerdi artık, durumdan herkesin yararına faydalanmak yerine sadece kendi yararlarına faydalanmayı tercih ettiler.

Ben Gezi’yi ne kadar sevsem, ne kadar teşekkür etsem azdır, çünkü bana hayatta neyin önemli olduğunu yeniden gösterdi.

Baskı ve haksızlığın kol gezdiği bir ortamda diğer bütün sahiplenilmiş şeylerin ne kadar değersiz olduğunu gösterdi. İktidar ve zenginlik hırsı ile vicdansızlıkla davranan insanların asla mutlu olamayacağından eminim artık. Bu beni rahatlatıyor. Kendimi ve insanları daha çok seviyorum.

Pazartesi sabahı işe gitmem mümkün değildi, bir savaş içinde hissediyordum kendimi. Kızım, kafasına yediği gaz kapsülü yüzünden hastanede yatan bir genç kızın başına nöbete gitmişti, onun yanına gittim, neyse durumda korkulacak bir şey olmadığı anlaşılmıştı. Birlikte eve döndük. Gözleri dolarak sordu bana, ailedekiler ne düşünüyor olan bitenle ilgili diye,  kimler durumu nasıl algılıyor, neler olduğunun ne kadar farkındalar. Sonra aşağıdaki mesajı yazıp gönderdi ulaşabildiklerine, ben de gönderdim tüm arkadaşlarıma:

‘’wake up call’’
neler oldugundan ne kadar haberimiz var?
bu noktada degişime, devrime, sevgiye, aşka, ağaca, yardımlaşmaya, umuda inanan herkesin bir şeyler yapması gerekiyor.
hayatınızı üzerine kurdugunuz degerleri gözden gecirin; onlara ihanet etmeyin.
sizin desteginize cok ihtiyacımız var.
kendimizi yalnız hissettigimiz anda dünyanın daha iyi bir yer olma ihtimali giderek azalacak.
korku ruhu yer bitirir.
korkunun, dedikodunun, paranoyanın, kötümserligin esiri olmayın.
birlikteligin bütünlesmenin güzellesmenin zamanı şimdi.
herkes en iyi ne yapabilecegini düşünüyorsa o sekilde destek versin.
çünkü tarih yaziliyor.
uyuma!!!
bunun bir parcasi olma firsatini kendin icin kacirma.

insan olmak belki de hicbir zaman bu kadar harika olmadı.


Sonraki günlerde işten gelip doğru Gezi ye gittim hep, evdeki çadırı götürdüm, çamaşır, fener aldım götürdüm, İMÇ den tente yaptırdım götürdüm. Insanlar işten çıkıp meydana geliyorlardı, ortalık hafif zıvanadan çıkmaya ramak vaziyetindeydi ama o kalabalığa rağmen kimse birbirine kötü davranmıyordu. Aslında herkesin ihtiyacı olan, birbirine iyi davranmak konusunda o kadar geri gitmiştik ki. Kandil gecesi tok karnıma Gezi’de ikram edilen kandil simitlerini yedim durdum.
Anti kapitalist Müslümanlar dua ediyordu, hoşuma gitti. İzdihama yakın bir kalabalık içinde Gezi’nin merdivenlerinden çıktık, indik, ne bir taciz, ne bir kapkaç olayı.
O kadar da salak değilim, insan denen yaratığın kirlenmeye ne kadar müsait olduğunu biliyorum. Ama umut etmekten başka çare yok.

Beni en çok üzen, Gezi yi gördükleri halde umudu göremeyenler, değişmeyenler.

Bugün aradan bir aydan fazla geçmiş durumda. Devleti eli ile yalan, dolan ve haksızlıklar önceki zamanlardan çok daha göz göre göre devam ediyor.  Baskı ve haksızlığın, sesini duyuramamanın ne demek olduğunu çok daha fazla kişi biliyor artık.

Hiç bir şey eskisi gibi olmayacak diyor herkes. Olmasın. Amin.


Renk:  Kırmızı ... haksızlıklara karşı  direnişin heyecanını ifade ediyor bence

Ses : Ambulans sesleri ... bugünlerde eskisinden daha çok duyuluyor ama artık korkutamazlar.

Anı Sahibi: One Step Back

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder