1961 doğumluyum.
Hala çalışmakta olan bir üniversite mezunuyum.
9 yıldır tek başıma yaşıyorum sayılır. Bir kızım var 27 yaşında. Arkadaşlarım,
ailem ve sevgilim var, mutluyum.
İyi bir anne
olmak ve hiç yalan söylememek dışında kayda değer bir tecrübem yok.
Beyaz Türk
tanımına uyuyorum ama beyaz değilim, çok
renklilikten, hatta bazen kirlilikten bile hoşlanıyorum.
Güvenlikli sitelerde değil, birbirimizi
koruduğumuz mahallelerde yaşamak istiyorum, hayatımın sonuna kadar.
31 Mayıs
gününden 2 hafta önce İrlanda’yı gezip dolaşmaktan dönmüştüm. Dönerken korkmuştum,
bütün o
gördüğümüz sakin, huzurlu, yeterlilik duygusu ile kaplı kasaba ve şehirlerden
sonra İstanbul’ a döndüğümde içim acıyacak diye. Ama öyle olmadı, ayak basınca
Istanbul, sardı beni yine kendisi ile, tüm karmaşası ve agresyonuna ragmen.
Gezi parkı ve
Taksim ile ilgili yayalaştırma projelerinden hafif yollu bilgim vardı. Belediyenin
sitesinde yayınladıkları projeyi izlemiş, aman allah yine yapacaklar kupkuru,
cansız bir şeyler diye dertlenmiştim.
Sırrı Süreyya’nın, kepçe
karşısındaki direnişini görünce, şehri korumaktan çok, insanlığı desteklemek için gittim Çarşamba
akşamı Gezi parkına.
Güzel güzel
oturuyordu gençler, kim ola ki bunlar böyle, bu kadar şehirlerine sahip çıkıyorlar
diye düşündüm. Taksim platformundan filan da haberim yoktu daha.
Derken 31 Mayıs Cuma
akşamı işten çıkıp sokağa döküldüm herkes gibi. Eve yakın konuşlandık, Taksim
İlk Yardım’ın önünde bekleştik, boynumuza eşarplar sardık belki gaz gelirse
korunuruz diye.
Taksim’e doğru
Sıraselviler’in girişindeki hareket, bulunduğumuz yerden hiç hissedilmiyordu,
sadece ara sıra insanlar uzaktan gelen bir dalganın etkisi ile bir kaç adım
geriye gidiyorlardı, hay allah ne oldu acaba diyorduk.
Hükümet istifa sloganlarına,
ne istifası yahu diye burun kıvırdım.
Zıplamayan
faşisttir sloganında zıpladım içtenlikle. Çok daha fazla sayıda insan, faşizmin
ne demek olduğunu yaşamaya başlamak üzereydik. Henüz polis şiddetine birebir
maruz kalmış olmasak da, çok yakında olduğunu hissediyorduk. Kızım
Sıraselviler’e doğru daha ileri gitmişti, bir ara telefonlaştık, şimdi iyiyiz
Pera’ ya sığındık dediler. Demek ki sığınılması gereken bir durum vardı.
Birlikte olduğum
arkadaşım, ne duruyoruz burada, daha ileri gidelim diyordu ama benim astım
meselemi bahane edip, fazla cengaverliğe girişmedik. Ben de, burada durmak
yerine gidip aşağıdaki polis karakolunun önünde duralım, polise bir mesaj olur
belki dedim, gittik biraz dikildik kapılarının önünde. Eylemimiz bir iki dakika
kadar sürebildi, sivillerden biri, buyrun hanfendi deyince, yok bir şey öyle
baktık deyip dağıldık. Cihangir’deki çocuk karakolu; her geçtiğimde önünde sivil kıyafetli ama
kocaman silahı boynuna geçirmiş insanlar görüp bu nasıl şey böyle diye
düşünürüm, her gün görünce de insan alışıyor, televizyon dizisi karakteri gibi
görmeye başlıyor.
Sonra arka
taraftan Istiklal’e doğru yürüyelim bari dedik, o tarafa gelmek üzere yolda
arkadaşlarımız vardı. Arada bir kafede oturup bir şey içtik. Birlikte olduğum
arkadaşım, tamam bunların işi bitti artık,
Amerika iplerini
çeker, otururlar aşağı diyordu. Bense daha tam ne dediğimi bilememekle
birlikte, bu ortaya çıkışın sadece AKP
ve onun temsil ettiği şeylere karşı düşmanlığa dönüşmemesi gerektiğini söylemeye çalışıyordum. Bayağı
zorlandık birbirimizi anlamakta, neredeyse tartıştık.
Sonuçta devlet ve polis yıllar boyu hep
aynıydı, ve bir yandan AKP dönemine
borçluyduk bu ülkede var olan her sesin ortalığa çıkmasını, öyle ya da böyle
konuşulmasını, en azından duyularak kanıksanmasını.
Kendi üzerlerinden de olsa
bize göstermişlerdi ayrımcılığı, ötekileştirmeyi, hepimiz AKP sayesinde
tatmıştık azınlık olmanın ne demek olduğunu.
2 haziranda şöyle yazmışım facebook duvarıma:
Saat 9 dan beri kepçe-tencere senfonisi devam ediyor. Köşeden
çöpleri toplayan çöp kamyonu görevlileri işleri bitince ritme katılıp alkış
tuttular. İnip onları kucaklamadığım için pişmanım şimdi. Her sabah işe
giderken karşılaştığımda onlara günaydın kolay gelsin derim zaten ama artık
isimlerini de öğrenmeliyim. Tayyip bizden ''onlar''' diye söz edip dururken
bize bir şey öğretti. Bu ülke herkesin, beyaz,
kırmızı, yeşil ve hatta artık Afrikali göçmenlerin de. Çok akıllı olmalıyız.
Onun bizler-onlar oyununu bozmak için elimizden geleni yapmalıyız. Tabii içtenlikle buna
inanarak. Ne olur bu olağanüstü direniş başka hiç kayıp vermeden amacına
ulaşsın, gidip Fatih camiinde namaz kılıcam. Eşitlik, özgürlük, sağduyu ve
empati için dua edicem.
Sonra buluştuk
arkadaşlarımızla İstiklal’de, Atlas pasajı hizalarında filandık, orada da pek
anlaşılmıyordu ileride neler olduğu. Rüzgarın etkisi ile hafif hafif biber gazı
bize doğru gelince,
geri Cihangir’e
doğru yürüdük. Karnı acıkanlar vardı, oturduk bir şeyler yedik. 500 mt ötemizde, gaz, tazzikli su, barikat,
çatışma varken Cihangir’de hayat normal devam ediyordu, ama herkesin kafası
başka bir yerde, ya da aynı yerdeydi. Oturduğumuz yerde artık genzimiz yanıp
gözlerimiz yaşarmaya başlayınca eve gittik. Oturup televizyonu açtık, bende
sadece çanak var orada da uyduruk kanallar çıkıyor. İşten eve gelince kafa
boşaltmaya açarım televizyonu, kelime oyunu, yalan dünya filan izler karşısında
uyuya kalırım, kalırdım. Beylik kanalları geziyoruz, hiç birinde alt yazı bile
yok, hepimiz kendimizi yok hissettik, paniğe kapıldık. NTV? onda da yok.
Hoppala, nasıl olur, ‘’1984’’ korkusu yaşıyoruz. Derken kapı çaldı, kızımın bir arkadaşı, 3
arkadaşı ile birlikte geldi, gazdan kaçıp sığınanlar.
Birazdan tekrar
kapı çaldı 3 kişi daha, daha sonra da kızım ve arkadaşları. Halk TV yi bulduk,
Beşiktaş Çarşı’dan haberimiz oldu. Gece 11 kişi kaldık evde, sabah 4 gibi
uyumaya çekildik, 8 gibi uyandık.
Dışarı çıktım
kahvaltılık bir şeyler almaya, meydanda gaz maskesi satışı başlamıştı,
sevindim, 6 tane maske aldım. Evde, nereden maske alınacak, Karaköy’e mi gitmeli,
yok Koçtaş‘ta varmış filan telaşı devam ediyordu.
Kahvaltı sonrası evdeki
gençler savunma silahlarını alıp çıktılar dışarıya, maske, gözlük, talcidli su.
Aman dikkat
edin, bari çok ön saflara gitmeyin diyebildim arkalarından. Öğlen saatlerinde
artık polis TOMA si ile Cihangir
meydanına inmiş, biber gazı sıka sıka ilerliyordu, pencereden kafayı çıkarınca
duman içinde meydanı görüyorduk. Gazdan kaçan eve sığınmaya başlamıştı yine.
Komşulardan biri penceresinden bangır bangır
Çav Bella çalmaya başladı. Adrenalin tepeye vurmuştu hepimizde, elimizde tencere tavalar pencerelerden
dışarıdaydı bütün mahalle.
Son sahnede tam
bizim evin önünde TOMA, su sıka sıka sokakta kalan üçbeş direnişçiyi aşağı
doğru püskürtmeye çalışıyordu. TOMA nın karşısında tek kalan bir genç, dans
ederek dalga geçiyordu.
Biz gaza
dayanabildiğimiz sürece pencereden dışarı tencere tava çalıyor, bağırıyorduk,
gaz çoğalınca içeri kaçıyorduk. Korkudan çok dehşet duygusu içindeydim. Evimin
penceresinden izleyip heyecanlanmanın suçluluğu da vardı bir yandan. Sonra birden TOMA geri çekildi, ortalık
yatışıverdi. Etrafta bir yerlere sığınan kızım ve arkadaşları ortaya çıktı,
içim rahatladı. Haydi Taksim’i ele geçirdik, herkes Taksim’e haberleri
geldi. Evde bir pankart hazırlığına
giriştim, Those were the days melodisi ile söylenen, terbiyesiz bir futbol
sloganı vardır, çok severim. İnsan doğasındaki kirli ve terbiyesiz ama şiddet
içermeyen şeyleri sevdiğim için.
Evdeki pikelerden birine,
kablo izolasyon malzemesi ile yazdım ‘’Those were the days Tayyip ‘’ ve astım
pencereden aşağı.
Tepkim Tayyip’te
yoğunlaşıyordu ister istemez çünkü kontrol gücü ondaydı. Ben de indim aşağıya,
haydi Taksim’e yürüyelim derken bir pencereden elinde bira şişesi ile bir adam,
gitmeyin herkesi toplayıp orada kıstırıyorlar, tuzak bu, gaz sıkıyorlar diye
uyarıyordu. Kızdım, böyle bir haber
varsa elinde bira şişesiyle ne işin var. Ayrıca benim kızım orada, elim ayağım
kesildi, oturdum, bekledim. Neyse korkulacak bir şey olmadığını anladık
telefonlaşınca. Ben o Cumartesi gidemedim Geziye, ertesi gün, Pazar günü
görebildim. Gülen yüzleriyle gençleri, zeka fışkıran pankartları, hemen
organize edilmiş mutfak ve marketi. Civarı dolaştım, barikatları ve Taksimi
izledim.
Taksim, tüm inşaat çirkinliğine
rağmen o kadar güzel göründü ki gözüme, güzellik insanların yüzündeki
mutluluktan ve ortamdaki olumlu enerjiden fışkırıyordu sanki. Hayatımın en
mutlu zamanlarından birini yaşadım
etrafta dolaşırken.
AKM’nin tepesine
dizilmiş insanları, boyun eğme pankartını görünce mutluluktan deliye
döndüm.
Daha sonraki günlerde de Gezi
‘de, dipdipe her çeşit insanın birarada, hiç itişip kakışmadan, birbirlerine
nasıl yardım edebilirim duygusu ile bulunduğunu gördükçe, iyice delirdim
sevinçten.
Tüm karmaşıklığımıza, tüm
sorunlarımıza rağmen, başka bir dünyanın mümkün olduğunu gördüm.
En çok istediğim
de herkesin bunu görmesiydi. Tamam, oradaki kardeşliği sağlayan şey, bir güce
karşı birleşilmiş olmasıydı ama olsun, oradaki herkes, iktidar, devlet, otorite
tarafından oluşturulan sahte düzenin ne kadar kırılgan olduğunu ve
tepemizde bir güç olmadan yaşayabilsek,
birbirimizi çok daha kolay kabul edip anlayabileceğimizi gördü.
O yüzden
herkesin Gezi’yi görmesi çok değerliydi, çok daha fazla insan görmeliydi. Bundan
sonraki hayatımızda Gezi’yi görebilenlerle göremeyenler arasında çok önemli bir
fark olacak diye düşünüyorum.
Ve ne yazık
başbakan da göremedi. Gezi’deki gençlerin derdinin ne olduğunu göremedi. Yıllar
boyu otorite, baskı, darbe, haksızlık,
katliam, cinayet korkusu ile sindirilmiş
insanların genlerinden doğan
bu nesil herkesi şaşırttığı gibi, başbakanı da şaşırttı ve korkuttu.
Ben gerçekten
hala inanıyorum; eğer başbakan pazar günü çıkıp da, tüm
protestocuları anladığını ifade eden,
kendi bildiğinde diretmeyeceği mesajını veren, yatıştırıcı bir demeç verseydi,
biz bambaşka bir Türkiye’ye uyanabilirdik, ve kendisi de oylarını artırarak
gerçekten güzel bir ülke yaratabilirdi. Bunları hissederken, kendi kendime ulan
çok mu hayalcisin diyordum, ama zaman içinde konuştuğum bir sürü insanın aynı
şeyleri hissetmiş olduğunu duydum. Ama
başbakan göremedi, hepimizin korkup durduğu, bazılarımızın iyi niyetle, belki
de o kadar değildir diye avunduğu duruma netlik kavuşturdu.
Tüm protestoları
kendi kişiliğine saldırı olarak aldı, sizin için yaptıklarım gözünüze dursun
dedi, ve üstelik ben %50 yi evde tutuyorum diyerek milleti cart diye ikiye böldü, iç savaş
korkusu saldı. Bir başbakan nasıl böyle
bir laf edebilir diye düşündü herkes, ben de kendimi sopa yemiş gibi hissettim
günlerce. Bir kaç gün boyunca acaba mı,
biraz düzgün bir açıklama çıkar mı, kim konuşmuş, vali özür mü dilemiş filan
diye kendimi avutmaya çalıştım.
Tunus’tan döneceği gece gökyüzüne bakarak çok dua ettim ama olmadı, başbakan
döndü ve yine kendi gibi konuştu, tek tesellim, taraftarlarını el işareti ile
durdurması oldu. Adamın eline gözüne bakar olduk, ne dedi, aslında ne
hissediyor, hasta mı, delirdi mi acaba, acaba Taksim’de neler olup bittiğini
gerçekten biliyor mu? Sonra işi faiz lobisi, dış mihraklara filan bağlayıp
iyice zırvaladılar. Zaten şanslarını kaybetmişlerdi artık, durumdan herkesin
yararına faydalanmak yerine sadece kendi yararlarına faydalanmayı tercih
ettiler.
Ben Gezi’yi ne kadar sevsem,
ne kadar teşekkür etsem azdır, çünkü bana hayatta neyin önemli olduğunu yeniden
gösterdi.
Baskı ve
haksızlığın kol gezdiği bir ortamda diğer bütün sahiplenilmiş şeylerin ne kadar
değersiz olduğunu gösterdi. İktidar ve zenginlik hırsı ile vicdansızlıkla
davranan insanların asla mutlu olamayacağından eminim artık. Bu beni
rahatlatıyor. Kendimi ve insanları daha çok seviyorum.
Pazartesi sabahı
işe gitmem mümkün değildi, bir savaş içinde hissediyordum kendimi. Kızım,
kafasına yediği gaz kapsülü yüzünden hastanede yatan bir genç kızın başına
nöbete gitmişti, onun yanına gittim, neyse durumda korkulacak bir şey olmadığı
anlaşılmıştı. Birlikte eve döndük. Gözleri dolarak sordu bana, ailedekiler ne
düşünüyor olan bitenle ilgili diye,
kimler durumu nasıl algılıyor, neler olduğunun ne kadar farkındalar.
Sonra aşağıdaki mesajı yazıp gönderdi ulaşabildiklerine, ben de gönderdim tüm
arkadaşlarıma:
‘’wake up call’’
neler oldugundan ne kadar haberimiz var?
bu noktada degişime, devrime, sevgiye, aşka, ağaca, yardımlaşmaya,
umuda inanan herkesin bir şeyler yapması gerekiyor.
hayatınızı üzerine kurdugunuz degerleri gözden gecirin; onlara ihanet
etmeyin.
sizin desteginize cok ihtiyacımız var.
kendimizi yalnız hissettigimiz anda dünyanın daha iyi bir yer olma
ihtimali giderek azalacak.
korku ruhu yer bitirir.
korkunun, dedikodunun, paranoyanın, kötümserligin esiri olmayın.
birlikteligin bütünlesmenin güzellesmenin zamanı şimdi.
herkes en iyi ne yapabilecegini düşünüyorsa o sekilde destek versin.
çünkü tarih yaziliyor.
uyuma!!!
bunun bir parcasi olma firsatini kendin icin kacirma.
insan olmak belki de hicbir zaman bu kadar harika olmadı.
Sonraki günlerde
işten gelip doğru Gezi ye gittim hep, evdeki çadırı götürdüm, çamaşır, fener
aldım götürdüm, İMÇ den tente yaptırdım götürdüm. Insanlar işten çıkıp meydana
geliyorlardı, ortalık hafif zıvanadan çıkmaya ramak vaziyetindeydi ama o
kalabalığa rağmen kimse birbirine kötü davranmıyordu. Aslında herkesin ihtiyacı
olan, birbirine iyi davranmak konusunda o kadar geri gitmiştik ki. Kandil
gecesi tok karnıma Gezi’de ikram edilen kandil simitlerini yedim durdum.
Anti kapitalist
Müslümanlar dua ediyordu, hoşuma gitti. İzdihama yakın bir kalabalık içinde
Gezi’nin merdivenlerinden çıktık, indik, ne bir taciz, ne bir kapkaç olayı.
O kadar da salak
değilim, insan denen yaratığın kirlenmeye ne kadar müsait olduğunu biliyorum.
Ama umut etmekten başka çare yok.
Beni en çok üzen, Gezi yi
gördükleri halde umudu göremeyenler, değişmeyenler.
Bugün aradan bir
aydan fazla geçmiş durumda. Devleti eli ile yalan, dolan ve haksızlıklar önceki
zamanlardan çok daha göz göre göre devam ediyor. Baskı ve haksızlığın, sesini duyuramamanın ne
demek olduğunu çok daha fazla kişi biliyor artık.
Hiç bir şey eskisi gibi
olmayacak diyor herkes. Olmasın. Amin.
Renk: Kırmızı ... haksızlıklara karşı direnişin heyecanını ifade ediyor bence
Ses : Ambulans
sesleri ... bugünlerde eskisinden daha çok duyuluyor ama artık korkutamazlar.
Anı Sahibi: One Step Back
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder