30 Haziran 2013 Pazar

...o an hiç inanmadığım Allah’tan o kopek adına özür diledim.




31 Mayıs şaşkınlığı devam ederken, 1 Haziran günü iki saatlik uykuyla tekrar atıyoruz kendimizi sokağa… Arnavutköy’den Beyoğlu’na, boğaz temiz, rüzgarlı, gün aydınlık nedense bir sevinç var içimizde, sanki su kaçan kulağımız o an açılmış yeniden duymaya başlamışız…

Yerimiz Sıraselviler, “Hadi!” diyor arkadaşım… Hemen maskemi indirip Alman Hastanesine doğru yürümeye başlıyoruz ve elbette gaz geliyor… “SAKİN!” “SAKİN!” sesleri arasında ağır ağır geriye yürürken düşünmeye başlıyorum… Havada biber havası var, ağzımda bal gibi bir maske, oh diyorum ya sanki her şey oyun gibi… İleriye doğru yürü, biberi çek, omuzlar dik, yavaş yavaş gerile… Sonra bi daha, sonra bi daha… 

Yıllar önce bir reklam vardı “Bana bi daha aşık olmalısın, sonra bi daha, sonra bi daha!” Evet böyle saçma şeyler gelir aklıma işte… Sonra bir daha yürüyoruz…

Sokak boş, Alman Hastanesinin önünde Toma… Sokağın kenarına dikildik, burnumuzun dibinde o tuhaf alet, hani bir gün önce beyaz t shirtlü arkadaşımızı yere seren garip şey… Şimdi, beni de hatta bizi de alıp savurabilecek kadar yakın… Tamam savursun… Havada biber… Tamam yaksın…

Köşede öylece dururken, toma, arkadaşım ve ben birden polisler çoğalıyor… Nasıl öyle çoğalıyorlar anlayamadan ilk defa ürktüğümü hissediyorum… O garip Toma’dan değil, havadaki gazdan değil cinsimden korkuyorum… İnsanı görünce kaçıyoruz ilk gördüğümüz binada nereden baksan on – on beş kişiyiz apartman boşluğunda… Zaten  o  an orada değiliz, çıplak kalmış en insani halleriyle köşeye sıkışmış korkan birileriyiz… Polisler geçiyor önümüzden, rengimiz sarıdan hallice, arkadaşıma bakıyorum nedense bir an evden çıkmadan sevdiğim küçük kızı geliyor aklıma… “Gidelim” diyor… “Hayır, polis var” diyorum. Elimi tutuyor sonra, iki kişi yeniden çıkıyoruz sokağa…

Sokak boş, polisler yok, sokak bomboş, yürüyoruz elele… Yüzümüzde o gülümseme, sanki biri sesimizi duymuş gibi… 

Yürüdük işte öylece… Sonra bi daha, sonra bi daha…


Bi de bi kopek gördüm çok korkmuştu, kendi cinsimden korkan ben o an hiç inanmadığım Allah’tan o kopek adına özür diledim.

Anı Sahibi: Goncagül

29 Haziran 2013 Cumartesi

Devlet yok. Para yok. Sağlık bedava. Yemek bedava. Eğitim bedava.



Benim küçük bir bahçem var. Bu olaylar olmadan önce üç gün süren bir lodos fırtınası vardı ve ben bahçeye yeni ağaçlar dikmiştim. Çok genç ağaçlar. Ben o üç gün boyunca ağaçlarla konuştum. “Sıkı tutunun, burada kırılmayın. Siz daha büyüyeceksiniz” dedim. Ben bahçedeki ağaçlarla böyle konuşurken bundan sadece üç dört gün sonra bir sabah yaşlı ağaçların kesileceği haberiyle uyanınca bu işte bir tuhaflık var dedim. Çünkü ben en basitinden bir yerlerde bir şeyleri kendi çapımda yaşatmaya çalışırken tamamen kamusal bir alanda herkesin sahip olduğu bir hayatın biçilmesine ramak kalmış bir durumla karşı karşıya kaldım. Tamamen saf duygularla Gezi Parkına gidildi ve bekleşildi. Ben 30 yaşındayım ve bugüne kadar hep belli bir ideoloji ile büyüdüm ama çok steril büyüdüm. Ankaralı’yım. Uğur Mumcu cinayeti benim gözlerimin önünde süpürüldü. Kışlalı’nın cenazesinde en öndeydim ama hiçbir zaman polisle karşı karşıya kalmamıştım. Ne üniversitede ne de üniversiteden sonra. İlk gün çadırların yakılmasını teğet geçmişim. Ben parktan ayrıldıktan sonra müdahale edilmiş ve çadırlar yakılmış. Bunun neden yapıldığını anlayamadım. Ertesi gün parka yine gittim. Sabaha karşı polis hazırlık yapıyor dediklerinde biz yine bir önceki gün gibi hafif bir müdahale olacağını düşündük ve başladık çöpleri toplamaya. (Gülüyor) Burdan gitmek zorunda kalacağız bari arkamızı toplayıp gidelim diye düşündük. Bu sırada TOMA’ların geldiğini gördük. Kalktık ayakta bekliyoruz. Bu sırada neden bilmiyorum bir anda kendimizi en önde bulduk. Benim alerjik astımım var ve bütün arkadaşlarımın korkusu benim astım krizi geçirmemdi. Fakat tuhaf bir şekilde çok soğukkanlı durdum. İlk yaralananlardan biri bendim ve altımda şort vardı. Çıplak bacağa gaz fişeği yedim. Sadece ay dedim ve ne oldu dediklerinde yok bir şey, hadi devam edelim dedim. Aslında bu da normal değil. Ne öksürdüm ne gözümden yaş geldi. Ancak sonra duvar devrildiğinde dondum. Herkes bir şeyler yapmaya çalışıyordu, ayaklarımın dibine duvar yıkılmış ve insanlar altında kalmış ve benim aklıma ambulansı bile aramak gelmedi. Duvarı kaldırmaya çalışamadım, aklıma gelmedi. Bu durum 5 saniye sürdü belki -bana beş saat gibi geldi- sonra o durumdan çıkmayı başardım. Fakat başardığım an herkesin daha da korkunç bir şekilde yaralanmaya başladığı andı. Ufacık bir ağacın arkasına 15 kişi saklandık fişeklerden bir daha yememek için. Çok tuhaf etraftaki insan seslerini hiç duymadım mesela. Kulağımda hiç böyle bir ses kalmadı.

Kulağımda fişek sesleri, bir sis ve sessizlik kaldı.

Ben oradan nasıl çıktığımızı hala bilmiyorum. Sonra bana çıktığımız yeri gösterdiklerinde de hatırlamadım. Üzerinden üç hafta geçti ve hala hatırlamıyorum. Öyle saçma bir şok yaşamışım ki oradan çıkınca çantamdan çıkarıp aynaya baktım, makyajım bozulmuş mu diye?. Öyle bir çıldırma anı. Bunu yaptığımı da bir hafta sonra hatırladım. Hastanelere gittik. Sonra eve gittik hep beraber. Ne hissetmem gerektiği, neden bunu yaşadığımız konusunda en ufak bir fikrim yok. Öldürmek isteyerek saldırdılar. Tamamen savaş stratejisi ile dört bir koldan girdiler. Kaçmamızı isteselerdi tek taraftan saldırırlardı ama gerçekten çıkacak yer yoktu. Acısı sonradan çıktı ve devamındaki iki gün evin içinde bile yürümekte zorluk çektim. Bu sırada 31 Mayıs – 1 Haziran olayları oldu ve ben evde o kalabalığı görüp çok sinirledim orada olamadığım için. Keşke başka bir yerimden yaralansaydım da orada olsaydım dedim. İnsan şöyle bir psikolojiye kapılıyor galiba; - bunu yaralanmayan arkadaşlarımdan daha çok duydum - sana bir şey değmediği zaman suçluluk hissediyorsun. Kimin başına bir şey gelmişse senin de başına gelmesi gerekiyor yoksa onu yalnız bırakıyormuşsun gibi hissediyorsun. Olamıyorsun. Lojistik destek vermeye çalışıyorsun. Evi açıyorsun. Haberleşmede destek vermeye çalışıyorsun. Sonra Gezi günleri başladı. Ben Gezistan diyorum ona. Dedim ki John Lennon bu günleri görse herhalde mutluluktan ölürdü. Çünkü 20 gün orada bir ütopya yaşadık.

Devlet yok. Para yok. Sağlık bedava. Yemek bedava. Eğitim bedava.

Güvenlik ile ilgili hiçbir sıkıntı yok. Hırsızlık yok. Herkes bir arada yaşıyor ve herkes bambaşka fraksiyonlardan. Bu olaylar olmadan iki gün önce ben çok yüksek bir perdeden bu gençliğe inanmadığımı söylüyordum. Çünkü o gençliğin içinden değilim ben, Y kuşağı değilim. X kuşağıyım, 80’ler çocuğuyum. İnanılmaz utandım. Ben bile – ben de ne oluyorsam artık – bu kadar hoşgörüsüzsem, bu kadar dar bir pencereden bakıyorsam yuh bana. Her gün kendime bunu söylüyorum: bunları unutma. Çünkü bu gerçekten bir ütopyaydı. Devrim değildi belki ama ütopyaydı. Son 20 gündür etrafımdan da çok duyuyorum: ne kadar değiştik. Ne kadar geç kalmışım değiştirmek için. Bunun için kızıyorum kendime. Çok tarifsiz bir duygu. İnsanların yüzlerine bakarken ne kadar aynı olduğunu gördüm. Şimdi insanların anlattıklarını duyunca sürekli ağlıyorum. Korkudan hiç ağlamadım, canımız acıdığında hiç ağlamadım. Beni sadece şiddet ve sonrasında yaşanan şey ağlatır hale getirdi. Parkla ilgili bir sürü şey anlatılıyor. Hepsine de katılıyorum ama ben başka bir şey anlatacağım. Biz bir gün sivil inisiyatifte sabahın köründe kahvaltı dağıtırken bir adam geldi. Üzerinde yeşil doktor kıyafeti, beyaz doktor önlüğü ve boynunda bir steteskop, yakasında da bir kart var. Ben de “kahvaltı ister misiniz?” diye sordum. – İlk hafta oluyor bu. Henüz hiçbir şeyi anlamış değildik biz de – Tuhaf tuhaf baktı. “Hayır, istemiyorum” dedi. İçeriye bakıyordu. “İçeri girmek istiyorum” dedi. Sonra içeri girdi ve sonra içeriden şöyle bir cümle geldi: “Burada hiç hijyen yok, burayı hemen temizleyin aksi halde burayı kapatma yetkim var” Biz de haldır haldır temizlik yapmaya başladık. Geçen gün alakasız bir şekilde karakola gitmemiz gerekti. Orada gördük. Sivil polismiş. Zaten adam boynunda steteskop ve yaka kartıyla doktorum diye bağırmaya çalışıyormuş. Biz o olaydan iki gün kendimize gelemedik galiba. Durup durup O neydi? Diye sorduk kendimize. Hiç anlamadık. Sen kimi, nereyi kapatıyorsun? Diye sormak kimsenin aklına gelmedi. (Gülüşmeler) Çünkü böyle bilgiler yok. Tamam, siviller var biliyoruz ama idmanımız yoktu. Herkes ilk defa yaşıyor böyle bir şey ki zaten dünyada da böyle oluyor. Sonra etrafa şüpheyle bakmaya başladık, acaba daha önce görmüş müydüm diye. Korkuyu bir yandan öldürdüler ama bir yandan da korku salmaya çalışıyorlardı.
Hepimiz yoğun travma yaşıyoruz ve biraz uzaklaşıp fotoğrafa bakınca bu travmaların üstesinden nasıl geleceğimiz hakkında en ufak bir fikrimiz olduğunu düşünmüyorum.
Bir gün annem geldi - çok da keyifli günlerden biriydi - ve “burası açık hava akıl hastanesi gibi, hiçbiriniz iyi değilsiniz ve yüzünüzden akıyor. Bunun üstesinden nasıl geleceksiniz ” dedi. Anne dedim bilmiyorum. Hiçbir şey yazamadım. Hiçbir fotoğraf çekemedim. Çünkü bunları yaşarsam yaşadığım şeyi teğet geçeceğimi düşündüm hep. Baktığım, dinlediğim her şey için hep “unutma” dedim kendime. “Sonra hatırlar yazarsın, birileri çekmiştir bakarsın ama kafanın içinden çıkmaması gerekiyor hiçbir şeyin” dedim.

Evet artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Eşyanın tabiatı bir süre sonra bazı reaksiyonlar cılızlaşmaya başlayacak. Zaten hayatımızın sonuna kadar polis bizi kovalayacak, biz kaçacağız ve geri geleceğiz diye bir şey olamaz. Bunun sivil bir girişim olması bana şahane geliyor. Ben uluslarası ilişkiler mezunuyum ve siyasi bir ideoloji olmadan tamamen hümanist bir ideoloji ile bunların olabileceğini gördüm ki böyle bir şeye asla inanmıyordum. Okuduğum müfredat da bunun kesinlikle olmayacağının ispatıydı. Bu çok şahane bir durum. Hayatta hiçbir şey imkansız değilmiş. Bunu da öğrendik. Bundan sonra gerçekten çok daha farklı olacağına inanıyorum her şeyin. Eğer bir kişi bile unutursa, eğer yine oy vermeyenler oy vermezse, eğer seçim zamanı o sandıklarda çalışmazsak ve yine aynı insanlarla aynı şeyleri yaşarsak o zaman defolup gitmek isterim bu ülkeden. Çünkü o zaman bu kadar insan boşuna mı öldü, bu kadar şey boşuna mı yaşandı derim. En çok korktuğum şey amnezi ve sürekli bunları konuşmak istiyorum ki kimsenin unutmasına izin vermeyeyim, kendim de dahil.

Sis var aklımda. Kırmızılı, turunculu bir sis var. Ses. Sabah ezanı. Eskiden, üniversitedeyken, yalnız yaşadığım zamanlarda – 17 yaşında başladım üniversiteye – o ses beni çok rahatlatırdı, artık uyuyabilirim derdim. Şimdi o ses beni çok tedirgin ediyor ve ondan sonra diyorum ki tamam müdahale yok artık uyuyabilirim.      

Anı Sahibi: Adım ne bilmiyorum

28 Haziran 2013 Cuma

Kendimi evimde hissettim



Haliç Üniversitesi’nde çalışıyorum, binamız Bomonti’de. Arkadaşlarımızla sinemaya gitmek üzere yola çıkmıştık, o gün olayların olduğunun farkındaydık ve yoldan geçerken parka uğrayalım bakalım ne oluyor dedik.  Sonra parka girince o ağaçların söküldüğünü ve insanların o koca koca ağaçları elleriyle taşıyıp yeniden dikmeye başladıklarını görünce  “biz burada olmalıyız” dedik. Üzerimizde iş kıyafetlerimiz vardı,  gidip bir mağazadan kendimize tayt, tshirt ve üzerimize giyecek bir şey aldık.  İkimizde aynı kıyafet vardı, böyle siyah tayt, gri hırka, beyaz tshirt.  Yakında bir arkadaşımız oturuyordu, ondan da birisi neon turuncu, birisi neon yeşil olan iki battaniye aldık.  Biz böyle aynı tip kıyafetler ve elimizde neon battaniyelerimizle Cevahir’in içinden geçip parka girdik.

İnsanlar tuhaf tuhaf bize bakıyorlardı ve sonra ilk gece parkta kaldık, ertesi gün de aynı şekilde oradaydık. Şarkılar söyleniyordu ve hiçbirşey olmaz diyorduk o gece, o kadar kalabalık ve barışçıl bir ortam vardı ki…   Ama sabah saldırılar oldu, eylemcilerin çadırlarını yaktılar ve sonrasında başbakanın açıklamaları geldi , “ siz ne yaparsanız yapın biz orayı yıkacağız” diyordu başbakan.  İlk önce mesele ağaçları kurtarmaktı ama sonra çok başka yerlere geldi.

ÖLMEK BİLE UMRUMDA DEĞİL AMA YETER Kİ GÖZALTINA ALINMAYAYIM

Biz de tüm süreç boyunca oradaydık, birçok yerde gaz yedik, bir defasında The Marmara’nın altındaki Starbucks’asığındık, o küçüçück alanda 40-50 kadar insan ezilme tehlikesi geçirdi. İçerdeki gazla mücadele ettik ve o insanların bize ne kadar yardım ettiklerini gördük. Tabi ki ilk önce çok korkuyorduk, yani gaz yiyeceğim,  ölücem ve nefes alamayacağım gibisinden korkular hâkimdi.

Bir arkadaşım hergün fosforlu yeşil, pembe falan giyiyordu hani kaybolursam beni görün diye.   Biz de şey diyoruz ama polis fark edecek falan diye. Ama orada var oldukça, bir şey olursa birisi gelip beni kaldıracak inancı hâkim olmaya başladı. Daha sonrasında tek korkumuz gözaltına alınmak oldu, çünkü orada ne olduğunu bilmiyorum, hiç böyle bir deneyimim yok.  Ölmek bile umrumda değil ama yeter ki gözaltına alınmayayım. Ama sonra kendimi ikna etmeye çalışıyorum,  olsa bile ne olabilir, yani alıyorlar, otobüse koyuyorlar, belki küfrediyorlar, belki iki vuruyorlar hepsi geçer, önemli değil, sen davanda kal, burada ol şeklinde kendimizi gaza getirdik. Tabi avukat arkadaşlarımız vardı,  onlara soruyoruz, onlar çok destek oldular sağ olsunlar.

Artık o korkumuz da kalmadı, hepimizin nasıl militan haline geldiğini gördük.  Ölümden falan da korkmamaya başladık. Önceki gün bir arkadaşım  “ sen son bir haftadır karşıdan karşıya geçerken kendini arabaların önüne atıyorsun” dedi, evet çünkü artık umrumda değildi, araba ne?  şeklinde geziyorduk. 

SAKSI ÇİÇEĞİ ALIP TEŞEKKÜRE GİTTİK

16 Haziran Pazar günü en fazla gaza maruz kaldık. Bir metrekarelik alan etrafına 5-6 tane gaz attılar, Sıraselviler’den aşağı Toma indi, biz ara sokağa girdik. Polisler Alman hastanesi acil girişinden girmişlerdi ve oradan karşımıza çıkmak üzerelerdi.  Ama saygı duyduğumuz, önünde eğildiğimiz bir arkadaş var ki kapıyı itekledi ve karşımıza çıkamadı.

Polisler çıkamadı, polisler çıksaydı gazları yiyecek, gözaltına alınacaktık.  Kapı kapanınca tepeden atmaya başladılar, görmüyorlardı nereye attıklarını, bir tane sırt çantam vardı onu kafama koydum. Daha sonrasında polisler durdurup çantalarımız aradılar, baret ve maskelerimizi aldılar. Hiçbirşeyimiz yoktu yanımızda, sonra kaçarken tanımadığım bir insan kolumdan tutup beni bir binaya itti, binanın içine girince bir aile eve girelim diye kapılarını açtı. Biraz durduk, o arada arkadaşlarımızı kaybettik.  Onlar da başka evlere gitmişlerdi.  O sokakta oturan bir arkadaşımız vardı, çıktıktan sonra ona gittik ve o gece çıkamadık maalesef Cihangir’de. Tek seçeneğimiz Tophane’den Eminönü’ne gitmekti ama orada da sıkıntılar olduğu, polisler gördüklerini gözaltına aldıkları için orada kaldık. Daha sonra evleri olan insanlara teşekkür etmek için bir saksı çiçeği alıp gittik, çok şaşırdılar, sevindiler, sanki 40 yıldır tanıyorum gibi “gelsene çay, kahve iç arkadaşlarını çağır” dediler. İsimlerini bile bilmiyorum ama evlerinde oturup çay içiyorum, çiçek götürüyorum…

Aklımızda hep başka bir ülkeye gitmek ve orada yaşamak vardı, çünkü kendimi ait hissetmiyordum. Gezi parkı sürecinde “kendini evinde hissetmek” diye bir şey vardır ya gerçekten kendimi evimde hissettim. Yalnız olmadığımı fark ettim, yurtdışına gitme planlarını bir kenara bıraktım. Daha bir ay önce ben nasıl yaşıyormuşum, eve gittiğimde napıyor muşum diye sorular sordum kendime.  Ne kadar anlamsızmış hayat, böyle bir amacım yokmuş falan, gibi hissettim. Şimdi böyle çok mutluyum, dün yine eyleme gittik, artık rutinimiz oldu… Hayatımız şu an gir, çık, eyleme katıl, parka git forumda konuş, eve dön falan şeklinde ama hayat çok daha güzel.

Geziyi hatırladığımda aklıma renk olarak siyah geliyor.

Tomanın sesini anımsıyorum.

Anı Sahibi: Baykuş

27 Haziran 2013 Perşembe

Ben orada Cenneti gördüm




Merhabalar... Ben “Kalkanlı” (gülüşmeler) ... Biz bu gezi parkı direnişine, geçen hatırladığım kadarıyla 15 Mart zamanında başladık... 27 Mart’ta İstiklal ‘de bi sokak tiyatrosu festivali yaptık, bizim sokak tiyatrosu grubumuzla beraber... Bu grubun yaptığı şeyin içinde Gezi Parkı’ndan başlatmak vardı... Biz o zamanlar daha Gezi Park’ının ağaçlarının kesileceğini ve oraya Kışla yapılacağını AVM Yapılacağını biliyorduk.

27 Mart günü festival oradan başladı toplu bir yürüyüşle beraber, Tünel'e kadar geldi ve Tünel'de sonlandı. Bütün gün sürdü. Sonrasında videolar çekmeye, oradaki anılarımızı anlatmaya devam ettik. Biraz bilinçlendirme oluşturmak istedik insanlarda... orayı bilmeyenler hiç gitmemişler için.

Yani şehrin planlamasında yanlışlık yapıldığına dair, “insanların bir şehir planlaması yaparken New York'ta dahi gökdelenler dikerken, ortaya bir Central Park yaptıklarını, dönümlerce park yapıldığını ve insanlara yaşam alan,  nefes alma alanı yapmaya çalıştıklarını ama bizde bunun böyle olmadığını” anlatmaya çalıştık.

Sonrasında şansa öğrendim ki orada bir anda vinçler çalışmaya başlamış ki yürütme kararının durdurulmasına rağmen… ve şansa oradan geçen 20 kişilik bir grup bi anda buna engel olmaya çalışmışlar. Hemen bunu duyunca daha önceden de haberim olduğu için gecesinde orada kaldım.
 50 kişilik topluluktu o hatırladığım kadarıyla... gecesinde kaldık ve sabahına hiç bir uyarı yapılmadan 5 de baskın düzenlendi. İnsanlar çok ciddi yaralar aldılar ve gerçekten polis zor kullanarak orayı dağıttı ki iki biber gazıyla dağılacak bir gruptu zaten… ve hiç kimsenin maskesi veya ona benzer bir şeyi yoktu
Sonraki gün 300 kişi oldu. Bu 300 kişinin içinde herhangi bir örgüt ya da şey parti varsa da bayrağıyla örgütüyle gelmedi oraya. Kendisi birey olarak geldi... hiç bir topluluk olarak gelmedi oraya.. sadece Taksim Gezi Parkı Platformu oluşmuştu ve Gezi Parkı Platformu adı altında insanlar vardı.

Sadece “gaz geldiği zaman bir arada kalın ve gitmemeye çalışın, dayanabildiğiniz kadar dayanın, direne bildiğiniz kadar direnin” diyorlardı insanlar birbirlerine.

Çadırlarımızı kurmuştuk.
İkinci gün, tekrar sabah 5 te baskın yedik 300 kişi. O baskın biraz sağlamdı biber gazı açısından çünkü  gerçekten gezi parkı bembeyaz olmuştu biber gazından ve biR bir saat falan kendimize gelemedik. Yanlış hatırlamıyorsam o gün Sırrı Süreyya'yla beraber gelindi ve tekrar parka girildi. O güzel fotoğrafların hepsi o yaşanan her şey orada oldu.

3. gün bi anda 5000 kişi olmuştuk, herkes vardı... Gezi Park’ında kovulduğumuzun ertesi… ben böyle bir kalabalık hiç görmemiştim. Yani hani gaza karşı direnen yüzüne gaz yiyeceğine yada coplanmaya karşı direnecek 5000 kişi İstiklal’de...

O,  gördüğüm en güzel manzaralardan biriydi.
Tünel'den Meydan'a kadar her taraf insan doluydu...

ve çok güzel bir kalabalıktı... Bütün "ötekiler" "ötekileştirilmişler" "AKP'ye oy vermeyenler" hepsi birleşmiş gibiydi böyle, herkes her yerdeydi ve çok  güzel bir kalabalık vardı. Onlarla beraber sabahlara kadar uğraştık, işte “saldırıya uğradık diyelim” çünkü “çatıştık” çok saçma geliyor çünkü çatışmak için senin de elinde bir şey olması gerekiyor. Gelen gazları geri attık, barikat kurduk en fazla, ben kendime bir kalkan edindim hemen (gülerek) Kalkan yaptım onu da çok patladı zaten üstümde biber gazı… İnsanların yüzlerine yüzlerine sıktıkları için büyük sıkıntıydı o… Daha 3. Günden ben gaz maskemi almıştım Karaköy’den gidip, arkadaşlara da almıştım. Deniz gözlükleriyle dolaşıyorduk sokaklarda çok komikti. Ankara’dakilerin bi lafı var “Bozkırın ortasında bizi deniz gözlüğüyle dolaştırdınız ya, helal olsun” diye. O tarz bir şeydi bizimki de... sonrasında direnişler devam etti, gün be gün arttı ve Gezi Parkını aldık. Gezi Parkı’nı bize vermek zorunda kaldılar yoksa hayat devam etmeyecekti bi şekilde… ve mantıklı bir şeydi aslında, onlar da kendi mantıklarınca doğru bir şey yaptılar,” İstiklal’i boşaltalım bari Gezi Park’ını verelim ne bok yiyorlarsa orada yesinler” dediler bence… Oraya tıktılar bizi ama biz orada çok mutluyduk. İki gün önce Abbasağa(Parkın)’da bir cümle duydum, çok duygulandım çok hoşuma gitti.

Mesnevi’den yola çıkarak anlattığı meseleyle dedi ki: “ben orada” dedi, “cenneti gördüm”

Gerçekten de, benim 30 yaşındayım, hayal ettiğim dünya ve herkesin fikrini savunduğu, herkesin fikrini rahatça anlatabildiği dünya, Gezi parkıydı ve ben de orada cenneti gördüm gerçekten. Orada insanları gördükçe, içeride yürüdükçe bile duygulanıyordum, gözlerim yaşarıyordu… çok güzeldi orası…

Sonra orayı da bi şekilde kendilerince “aldılar”… yalan yanlış açıklamalar yaptılar, videolar çektiler ama, bu oluşumun burada olduğunu görmek, işte apolitik dedikleri gençliğin aslında beklediğini ve sabrettiğini ve bir yerde patlama noktasında olduğunu görmek çok önemliydi. Benim için Gezi Park’ının patlama sebebi: biri, Uludere Katliamıdır, Roboski; iki Reyhanlı’da artık bu benim bardağım taşmıştır… yani bana biri Reyhanlı hakkında bir şey… Yani Reyhanlı’da çok bekledim ben özellikle…yani 55 kişi deniyor ama 200 kişinin ölümü ve bizim bence o İkiz Kule’lerimizin yok edilmesi gibi bi şeydir kendi içimizde, kendi kendimize yaptığımız bi şey bana sorarsanız… bence o ikisi de hem Uludere hem Reyhanlı… Reyhanlı’da artık bardağım taştı benim ve gerçekten saldıracak kıvama geldim insanlara, çünkü bir hafta tüm medyayı izledim ve hiçbir şey vermediler… çok acı bir görüntüydü ve çok üzüldüğüm bir görüntüydü o… Nerede olursa olsun benim tepki vereceğim bir konuydu o ve hiçbir tepki vermediler, bun da üstünü kapamaya çalıştılar ve insanların bardağı doldu bununla beraber ve Gezi Parkı’yla da taştı. Gezi parkında ağaçlarına kesilmesine karşı duran insanlara yapılan müdahaleyle beraber o damla taştı…

çok da güzel oldu… iyi ki de oldu… ve… çok… yani…

yine bir oyuncu arkadaşımın söylediği bir şey vardı:  “Ben inanmıyordum 2012’de Maya takviminde yeni bir uyanışın, yeni bir dirilişin gerçekleşeceğine, onunla beraber tekrar bi yani kıyamet dedikleri durumun bir uyanış ve tekrar yeni bir dünyaya yol açış dediğinde inanmıyordum, ama bu topluluğu gördüm ve artık inandım” dedi. Ben de inanıyorum artık Maya takvimine bu şekilde… ve  bunun bütün dünyaya bizim başlatmış olmamız ayrı bir gurur veriyor. Bunun altında hiçbir örgüt, hiçbir parti yok; örgütler var ama bir örgüt birliği var. Tek bir örgütten hiçbir zaman yola çıkmadı bu, tek bir ortak düşünce; o da “zulme, faşizme hayır; insan haklarına ve özgürlüğe evet” gibi bir şeyle çıktı insanlar. Çok mutluyum o yüzden. Çoğu 80’leri görmüş yaşlı insan gibi, güzel yaşlılarımız gibi, ben de gözüm açık gitmem ölsem… o kadar…

Direniş şöyle bi şey çünkü… orada yaptığımız “pasif savunma” durumu…   siz bizi ne kadar ne kadar gönderirseniz gönderin, ne yaparsanız yapın, tankla da çıkarsanız, biz bugün gideriz ama yarın yine geliriz… gönderirsiniz yarın yine geliriz, yarın yine geliriz… ve ben bunu gerçekten gözümde böyle üç ay altı ay kapattım, kendimi savaşa hazırladım… ama şöyle bir savaş, “pasif savaş”… ne yaparsanız bi şekilde bu vücudu kaçırırsınız evet,  yani dayak da yesem kaçarım, tekrar cevabını vermem, bi yere kadar o da çevremde gördüğüm bi yaşlıyı, bi kadını dövdükleri anda ben bunun cevabını veririm ve ben içeri girmeye razıyım bunun için… ben kitaplarımı mitaplarımı topladım hani zaten içeri girecekmiş gibi… hiç problem değil benim için.. yeter ki haksızlığa artık, yaptığınız haksızlığa boyun eğmeyeceğimizi göstermek… direnişin adı bu zaten, gönderirsin bi daha gelir… altı ay, beş ay dayağımı yerim bi daha gelirim… gazımı yerim bi daha gelirim… bunun adı direniş, … bunun adı geri gitmeyecek bu artık bitmeyecek… bunun sonu yok…

siz bunu kafanıza kazıya kazıya öğrenene kadar, insanların hepsinin özgürlüğünün bir olduğunu öğrenene kadar, sonuna kadar gidecek… direnişin adı bu zaten…

öbürünün adı silahlı… devrimin adı silahlı… devrim silahtan ve kandan geçer… bu başka bir şey… daha oraya geçilmedi… bu şekilde geçilmesi taraftarı da değilim… şu anda yaptığımız şekilde geçildi zaten ona ve oradan yola çıkarak bunu siyasi bir şeye dönüştürerek kafalarına vurmak çok daha akıl dolu çok daha sindici bir şey, bu şekilde yapılabilirse eğer.

Gezi Direnişi günlerinin rengi bende gün be gün değişiyor, yeşili mavisi var… turuncusu var. Turuncu daha koyu turuncu böyle TOMA’dan çıkan biber… şeyle püskürtülen ilaçlı suyla turuncu da var, gri beyaz tonları da var ama en çok artık şey var… hani iyi şeyler kalır ya insanın aklından... Ses olarak kalmıyor tabi seslere kötü sesler kalıyor ama görüntü olarak hep Gezi Parkının yeşili mavisi var hep böyle canlı renkler var… güzel bi canlı yeşil, canlı mavi,  gökyüzü, ağaçlar… Ve ben hep orada kaldım 20 gün boyunca, yani arada duş almaya arkadaşlara çıkıyorduk falan filan ama hep orada kaldım … orayı bırakmamak… nöbetleşe duruyorduk, ben gidersem başka arkadaşlarım duruyordu. İyi şeyler kalıyor güzel güzel görüntü… şu anda da toplamına bakarsak yeşil, mavi, azıcık da grimsi bi şey var o dumanlı biraz puslanmış durumda ama o kadar…


Hatırladığım sesler... çok çığlıklar var insanların çığlıkları çok fazla… çünkü çok fazla sağımda solumda yaralanan oldu… çok çığlık, çok şey var… ilk başta ses bombası vardı ona da alıştık… ilk bi ses bombasını duyduğumuzda hepimizin sinir sistemi çökmüştü yani “bu ne lan diye?” böyle (gülüşmeler) önünde patlayan bir sesle berber bütün vücut çöküyor ve sonra ona da alışıyorsun “ses… ses…  çocuklar ses... sakin şurada saklanmaya devam… onlar gelirler”diye…

Yani genelde hep en önlerdeydim… hep bu şekilde gelişti. Ama kadınların, teyzelerin daha çok sadece gelip iki çift laf edip yani oraya “destek veriyoruz size”  diye gelip, “biber gazı yemiycez” yani biber gazına karşı sorunları olan yani hastalıkları olan insanların, o anda şans eseri yedikleri gazla ya da arbedeyle altta kalan insanların çığlıkları filan kulağımdan gitmiyor hiç… savaş anı gibiydi yani… 

Anı Sahibi: Kalkanlı

26 Haziran 2013 Çarşamba

Bu Dünyadan kendi masalını anlatmadan mı geçeceksin?



Biz bir ülkenin hamam böcekleriydik. Aslında biz birer hamam böceği olduğumuzu şimdi fark ettik. Bir sabah uyandık aynı anda yol haritamızı fark ettik. Dış mihraklar başucumuza gelip parolayı fısıldadı. 

“BU DÜNYADAN KENDİ MASALINI ANLATMADAN MI GEÇECEKSİN?

Anlatmamız gerektiğini biliyorduk ama yapamıyorduk. Bizim payımıza düşen; rutubetli ve gölgelik kuytulardan sessiz bir isyanla, içine atarak yaşamaktı. Bu dünya hep böyle değil miydi? Belki sıra bizdeydi. Bu fazda biz böcek, sistem ise böcek ilaçlamacısıydı. Bu seferki böcek ilaçlamacısı pek yaman pek ben bilirimciydi. Ama bizim masallarımız ve konuşacaklarımız vardı, bu rutubetli kuytular değildi hak edişimiz. Bir sabah park elden gidiyor diye bir haber çalındı biz böceklerin kulağına. Güneşe çıkmak için bir fırsattı. Bizler bal tabağına toplanan böcekler gibi gittik o parka. İşte o zaman masal başladı. O park artık bir bal çanağıydı! Daha doğrusu bu, benim de bir masalım olabilir umuduydu. Bir kalabalık düşünün! 100 bin kadar böcek ne aynı dili konuşur, ne yol, ne iz bilir. Ne kadar savunmasız. Geldiği kuyutuların bütün dilini ve kurallarını hiçe saymış. Nerden geldiği belli olmayan bir efsunla kutsanmış. Bir çanağın içinde ışığı ve masalını arayan gölgeler. Sonra baktım aynaya. Fani bir hamam böceği gibi düşünmedim artık kendimi, dedim ki “bu senin kendine yolculuğun. Sen bir Haç yolculuğuna çıktın.” O çanakta yürüdüm, bir çadıra girdim. Çadırın içinde Alice’le karşılaştım.

“Merhaba ben böcek Sami,” gülümsedi. “Benimle oyun oynar mısın?” dedi. Severek kabul ettim. Beni çanağın içindeki harikalar diyarına götürdü. Gökyüzündeki bir tane balonun sepetinden Rapunzel ekmek atıyordu. Görevimiz ekmekleri alıp çanağın tam ortasındaki kulübeye götürmekti. Saatlerce bunu yaptık. Yorulmadan şekil şekil ekmek taşıdık. Bir böcekle arkadaşlık ettiği için Alice’e minnet duyduğumu söyledim. Sonra ilaçlamacılar geldi. İlk vurgunumuzu yedik. Artık buradan çıkamazdık, birbirimize tutunduk. Kendimi bir ağacın altında buldum. Duman geçmiş bütün böcekler telaşla günlük işine dönmüştü. Günlük iş diyorum çünkü artık bu çanak hepimizin eviydi. Yaralı böcekleri topladıkları çadıra gittim; sadece ilaç değil, süpürge, terlik darbesi alanlar da vardı. Belki yardımım dokunur dedim. Neyse ki emin ellerdeydiler, Çizmeli Kedi herkese yetiyordu. Bir kahraman gibi çalışıyordu. Yardım istedim “ayak altında dolaşma, çanağın kenarında çok az böcek var, git kalabalık yap,” dedi. Dediğini yapmak için yola düştüm. Rapunzel hala balonundan ekmek atıyordu, bu sefer Alice başkalarıyla yapıyordu o işi. Çanağın kenarına çıktım. Etrafa bakındım ne kadar da çok böcek ilaçlamacısı gelmişti. Alt tarafı bir çanağın içindeki böceklerdik, neden bu kadar öfkeliydiler! İşte orada korkmamayı öğrendim. Telden bacaklarım, kanatlarım… Benim zırhım görüntüde değil kalbimdeydi. Ben artık bu masala inanmıştım. İlaçtan korkmamalıydım. Burada herkes benim gibi korkuyor ama korkma denilen hisse başka bir ad vermeye çalışıyordu. Bunları düşünürken böcek ilaçlayıcısı silahını soktu çanağa, sıkmaya başladı. Bütün hepimiz ahenkle kaçıyorduk. Kaçmıyorduk birbirimize örtü olarak kuytulara çekiliyorduk. Sonra bir kuytuda at arabasının kıyısında ağlayan Külkedisi’ni gördüm. Çok kötü ağlıyordu hem de. Hemen yanına koştum;
“Neden ağlıyorsun?” dedim.

“At arabamın tekerliği kırıldı, 12 olamadan kaçmalıyım,”

Tekeri yapmak için uğraştım başaramadım. Ben bu işlerden anlamam yazar çizerim. Çok kötü ağlıyordu, çok içli ağlıyordu.“Külkedisi ağlama,” dedim. Böcek ilaçlamacılar geri çekilmişti. Hemen çanağın en kalabalık yerine gittim.

“Külkedisi’nin arabasının tekeri tamir edilecek, anlayan var mı?” diye bağırdım.
Herkes bir koro şeklinde bağırmaya başladı. “Külkedisi’nin tekeri bozulmuş, yapacak var mı?”   
Biraz sonra gaz bulutu arasında elinde alet çantasıyla bir adam geldi. Onunla hemen gittik arabanın yanına. Belli ki işininin ehliydi, hevesliydi, geçti tekerin başına. Çöpten bacakları kocaman usta ellere dönüştü. Tekeri ivedilikle tamir etti.
“Eskisinden daha iyi oldu,” dedi ağlayan kıza bakıp.
“Teşekkürler bütün dualarım sizinle, ben Sindrella,” dedi.
“Ben Ethem,” dedi. Birbirlerine baktılar. “Bu çanağın etrafı çok tehlikeli, sizi ben çıkarayım mı?” dedi.
Sonra Ethem ve Külkedisi yan yana oturdular. Böcek ilaçlamıcıları tekrar gelmeden hızla uzaklaştılar çanaktan. Ben ve birkaç böcek arkalarından bakakaldık. Mutlu olduk, Külkedisi emin ellerdeydi.

Rapunzel yeteri kadar ekmek bıraktıktan sonra balonuyla uzaklaştı. Çanağın içinde dans eden, namaz kılan, istavroz çıkartan, çöp toplayan, halay çeken böcekler artık kıvama gelmişlerdi. Herkes birbirinin örtüsüydü, herkes birbirinin duasıydı. Birden çanağın üstünde daha çok balon peyda oluverdi. Bu sefer ilaçları tablet tablet üstümüze atıyorlardı. Yine çaresiz kuytularımıza doğru yol aldık. Kanatlarımız, çırpı bacaklarımız, en beteri kalplerimiz kırılarak birbirimize yol oluyorduk. Böyle günlerden birinde ağlak bir halde beklerken, uzaktan bize doğru gelen satranç takımını gördük. Siyah beyaz giyinmişler, ellerinde flamalar ile gelmişlerdi. Herkes onları görünce zıplamaya başladı. Hepsi Şah’tı sanki. Yürüdükçe bölünüyor ve çoğalıyorlardı. Çanağın muhafazı oldular, cümle böceği koruyup kolladılar.

Artık ışığa çıkmıştık.
Artık güneşe çıkmıştık.

Bir sabah Kırmızı Başlıklı Kız’ın sesiyle uyandı ahali. Çoooook uzaklardan gelmişti buraya. Hemen etrafına çember olundu. “Tüm dünya sizi konuşuyor, herkes bu çanağın içini merak ediyor,” diyordu.
Onunla birlikte bütün böcekler kendine daha çok inandı. Rutubet ve karanlığa süpürülmek kader olamazdı. Hep birlikte zıplamaya başladılar. Satranç Takımı’nın verdiği coşkuyla zıplayış nümayişe döndü. Rapunzel balonundan konfetiler yağdırarak şenliğe katılıyordu. Bu çanağı bir ülke olarak kabul etmek boynumuzun borcu olmuştu.
Öfkeli böcek ilaçlamacıları konuştukça, biz bölünerek çoğaldık. İstila ilaçla bitmeyince ellerini daldırdılar bir gün çanağa. Tuttuklarının alıp götürdüler. Böyle korkuyla beklerken, birisi bağırdı! “Bremen Mızıkacılar burada, birazdan konser başlıyor,” Tüm ahali ortaya toplandık, el ele tutuşarak dinledik şarkıları. Her şey şarkı oldu o an! Tüm evren bizim dilimizin üstündeydi. Bir çemberdik artık, mutluyduk. Arada bir ilaç sıkıyorlardı, dağılmıyorduk. Bizim için daha Almanya’dan gelmiş Bremen Mızıkacılar’ı utandıramazdık. Birazdan çembere yanaşan Kırmızı Başlıklı Kız’la bu halkadan hemen çıkmak zorunda kaldık. Ağlıyordu çünkü. Onu misafir ettikleri çadıra gittik.
İşte aramıza girmişlerdi.
Sızmışlardı.
Başlamışlardı. Gözleri çanakta değil, buradaki bağlardaydı.
Çadırın orta yerinde bir kurt, karnını ovalıyordu. Sinsice gelmiş, içimize sızmıştı. El birliğiyle yuttuğu şeyi çıkardık. Geç kalmıştık! Kurt, Abdullah’ı yemişti, genç adam biz gidene kadar dayanamamıştı.

“Bu masal böyle bitmiyordu,” dedi Kırmızı Başlıklı Kız.

Bremen Mızıkacılar son şarkıyı  Abdullah için çaldılar o gece.
Çanağı bekleyen biz böcekler için kampanyalar başlamıştı. Ne kadar nefret ediyorlarmış, ne kadar istemiyorlarmış, bırakın güneşte dolaşmamızı bizi attıkları kuytularda da istemezlermiş. Ne kadar da kalbimizi kırıyolar böyle. Gazla tepetaklak olup, telden bacaklarımızı havadayken bile biz ne kadar onurumuzu düşünüyormuşuz. Bal çanağındaki bala konduk diye kızan Beyler’in nefreti kızışmıştı.  Binlerce çanakları vardı. Bizim toplandığımız bir çanak delirtmişti onları. Ölümüne ilaçladılar, oysa biz kendimizin, birbirimizin ışıkta yaşaması için duruyorduk orada öylece. Dönüşmeyi bekliyorduk, rutubetli yerlere alışmış ruhlarımızı bu kuru havaya salmak istiyorduk. Beyler çok kızıyordu bize.

Deliğe süpürecekler bizi…
Deliğe süpürecekler bizi…

Sonra bu dedikodu geldi çanağa. Herkes birbirine daha çok sarıldı.  7 Cüceler’in aramıza katılmasıyla umutsuzluğu unuttuk. Bize mutluluk verdiler. Onlar için özel bir çadır yapıldı. Çok savunmasız ve çaresizdiler. Cücelere de gözümüz gibi bakmaya başladık. Hatta Rapunzel cüceler için balonunda cupcake’ler atıyordu. Çilekli, vişneli, böğürtlenli, kremalı, çikolatalı…  
Her akşam Bremen Mızıkacılar ile ortada buluşuluyor. Sonra yemekler yeniyordu. Korku ve kaygıların yerinde UMUT vardı artık. “Birileri bizi fark etti,” artık diye basit bir sevinç! Aslolan çanak değildi, var olabilme umuduydu.
Bir gün cücelerin ağladığını gördük. Ne yaptıysak susturamadık. Rapunzel’in dondurmaları da işe yaramadı. Çadıra girdik, camla örtülü yatakta 20 yaşında bir adam uyuyordu. Zehirli elmayı yemişti. Adı Mehmet’di. Sonra tüm ahali öptük onu. Herkes, herkes öptü.

Uyanmadı…
Uyanmadı…

Zehirli elmayı bize yedirtmeden o yemişti!
Meğer bizi nasıl da sevmezlermiş. Önce birisi güven verdi, güvenimizi kazandı, sonra zehirli elma gönderdi aramıza. Ve bir gün hiç haberimiz olmadan, çok hazırlıksızken, çanağı kaldırıp ters çevirdiler.
Çanağı ters çevirmek, bir terlikle yok etmek, her birimize ayrı sıkmak! Bizi yok etmek kolay biliyoruz… Bunu hep bildik. Bizim kanatlarımız kırık ama gölgemiz uçtu bir kere, ruhumuz uçtu… O ne olacak?
Bir meydana saçıldık şimdi. Bremen Mızıkacılar çalıyor hala. Ve her gün Külkedisi geliyor aramıza. Elinde bir spor ayakkabı var. Hepimize giydirip deniyor Ethem’in ayakkabısını.
Hiç vazgeçmiyor.
Hepimiz de giyiyoruz…

Külkedisi ölüme inanmıyor, belli ki o da elinde bir spor ayakkabıyla, özgürlüğüne kavuşmuş gölgelerin peşinde! 


Anı Sahibi: Sami

24 Haziran 2013 Pazartesi

23 yaşımdayım, hayatımda böyle bir dünyanın varolabileceğini hiç tahmin etmemiştim.


Ben Gezi’ye gittiğimde 24 ya da 25 Mayıs’dı, Gezi’de birşeyler oluyordu ama açıkçası tam olarak algılayamıyordum ne olup bittiğini,  ki ben Beyoğlu’luyum ve çocukluğum Gezi Parkı’nda geçti. 25’inden sonra baktım bütün arkadaşlarım, oyuncu arkadaşlarım gidiyor, gideyim dedim. Çünkü şuna çok inanıyorum; düşünmek yetmiyor, var olmak, bedenen var olmak istedim ve Gezi’ye gittim. Orada güzel bir ekip vardı, 100 kişiyi geçmeyen, oturduk, çeşitli sohbetler oldu. Bazı oyuncular çıktı, sendikalar çıktı konuştu, onları dinledim. Aslında o ilk gittiğim günler olayı kavramakla beçti.
Sonra 30 Mayıs gecesi, bir oyunun son oyununu oynadık ve ekipçe oraya gittik, sonra saat 04.30 gibi bir arkadaşım çok rahatsızdı, regl falandı ve eve dönmeye karar verdi. Sonra gittiğimde eve telefonlar, twitter falan Gezi’de kıyamet koptuğunu öğrendim. Ertesi gün durumu bir şekilde idrak etmekle geçti ve dedim ki bu adamlar büyük şeyler yapabiliyorlar ve gidelim, ne kadar çok olursak o kadar iyi. 31 Mayıs gecesine kadar, derdimiz evet oradaki o ağaçlar kesilmesindi ama 31 Mayıs’da yaşadığımız o şeyden sonra ekseni değişti.

13 kere ameliyat oldum hiç bu kadar korktuğumu hatırlamıyorum

Daha önce de polis şiddeti gördüm, tanık oldum ama hayatımda hiç bu kadar korktuğum bir an hatırlamıyorum, 13 kere ameliyat olmuş bir insanım hayatta.  Hayatta hiç bu kadar ölmeye bu kadar yakın olduğumu ve korktuğumu hatırlamıyorum gerçekten.
Orada 300 kişilik bir gruptuk. Sonra arkadaşlar polisler falan gelebilir dedi, solusyon, maske, hiçbirşeyimiz yoktu yanımızda. Tamam polisler gelir ama ne olabilir ki diye düşünüyorduk, daha tecrübeli arkadaşlarımız vardı yanımızda ve organizasyon yaptılar. Arkadaşlar kaçmak zorunda kalırsak şurdan kaçıyoruz, gibisinden… Eyvallah… 

Sonra bir şey oldu, yağdı başımıza ve böyle 20 kişiyi aynı anda kaybettim ve tek başıma kaldım, kimseyi göremiyorum, çığlıklar, kıyamet... O kadar çok gaz yedik ki böyle bir şey görmedim, Divan’a doğru koşmaya başladım, arkadaşlarımı arıyorum, isim bağrıyorum nerdesiniz diye, çığlıklar, kıyametler, Divan’ın oraya gittim. Divan’ın oradan fişek atıyorlar, Ceylan’ın ordan gaz atıyorlar… O kadar cibiliyetsiz bir yer ki hiçbir yere çıkamazsın, inşaat zaten, koştum, düştüm çenemin üzerine. Sonra bir yere oturdum, yere çöktüm, dedim ki hiç çabalama , burada öl, sus. O sırada kafamı çevirdim bir tane suntayı kırmışlar, fare deliği gibi bir yer , oradan kendimi bıraktım ve Elmadağ’a doğru koşmaya başladım. Ben galiba ilk çıkanlardan biriydim, o taraftan. Geçen dakika 2 dakika kadar, ölüyorum, kusuyorum, çok canım acıyor. Antikapitalist Müslümanlar’dan 2 kız gelip bana yardım etti. Bir tane arkadaşları inanılmaz kötü durumdaydı, otellerin camlarına vurduk, resepsyonistler bakıyorlardı, asla kapılarını açmadılar, Elmadağ’daki küçük otellerden hiçbiri kapısını açmadı. Ana caddeye çıktım, gaz azaldı biraz kendime geldim. Çığlık çığlığa bağrıyorum ve dedim ki arkadaşlarımın hepsi öldü… Sonra bir şekilde buluştuk. Arkadaşlarımızda ciddi yaralanmalar var, bir arkadaşımızın bacağına çok yakın mesafeden gaz kapsülü geldi, bana yardım eden kızlardan birisinin eşi duvarın altında kaldı ve hastanelik oldu. Hakkaten bir kıyametten çıkmış gibiydik.

İlk günler Allahım gaz diye 300 km koşuyorsun sonra aaa gaz mı falan oluyorsun! 

Sonra saat üç gibi yürüye yürüye meydana çıktık, çünkü bişey olmaya başladı, yani daha fazla olmak, siz bizi gazla, suyla itiyorsunuz, biz geri geliyoruz…
20 gün boyunca her şeyi yaşadık. Bilmediğimiz şeyler atıyorlar, gazdan kan geldi boğazımızdan..
Bir süre sonra şey oldu, biz böyle sokaklarda çatışan manyak insanlar değiliz, arkadaşlar orada müdahele varmış –müdahele kimin uydurduğu bir laf bilmiyorum ama saldırı- gidelim yardım edelim, hiçbirşey olmazsa solüsyon sıkarız. Hiç kimse kimseyi örgütlemedi, abi böyle yapıyoruz, şöyle yapıyoruz demedi, kendi kendimize oluşan böyle bir ortak fikir oluştu. Sonra gittik, gazlar yedik, kaçtık, geri geldik falan filan… Artık böylece korkuyu da yenmiş olduk, ilk günler Allahım gaz diye 300 km koşuyorsun sonra aa gaz mı falan oluyorsun?
3 gün sonra falan Gezi’yi bize açtılar, içeri girdik, mal gibi ağzımıza ettiler, sonra durduk, çıkmadık. Bir yandan Ankara’da, Antakya’da kıyamet kopuyor ve birkaç gün sonra biraz duruldu ve Gezi’de çok acayip şeyler olmaya başladı. 23 yaşımdayım ama ben hayatımda böyle bir dünyanın varolabileceğini hiç tahmin etmemiştim. Evime gitmek istemiyorum, orada kalıyorum veya bir arkadaşımda kalıyordum, cebimizde 1 TL olmadan yaşayabiliyorduk, herkes herkese yardım ediyordu. Türkiyeli insanlar olarak asla göremeyeceğimiz farklı insan grupları yanyana durdu. Burada Türkiye ve yüz ayrı “örgüt”, bakış açısından bahsediyorum. Gezi’de  hep beraber toplumsal olarak birbirmizin  birbirimize tahammül etme sınırını genişlettik.  Orada bir süre sonra partiden arkadaşlar geldi, doğru ya da yanlış bilemiyorum, herkesin kendini bir şekilde ifade etme biçimi farklıdır, biri elinde Türk bayrağı tutuyor, biri LGBT bayrağıyla geldi… Ben hiçbirine karşı değilim, ben ne bir STK’ya bağlıyım, ne de bir örgüte, ben bireysel olarak oraya katıldım ve insanlar kendilerini farklı bir şekilde ifade etti.

Gezi’den neler öğrendim?

Orası çok güzel bir yer olmaya başladı. Sokak çocukları geldi, sivil insiyatiften birisi şöyle bir şey söyledi.  Sokak çocukları ilk gün gelip abi abi diye yemeklere atladılar, ikinci gün sıraya girdiler, üçüncü gün teşekkür etmeyi öğrendiler… Gezi’deki herkes inanılmaz destek oldu birbirine.
Gezi Parkı’nda tanışıp,hayat görüşü benden bambaşka olup selamlaştığım insanlar var. Bu süreçte, yaşadığımız korkunç süreçte, problemler yaşadık, plastik mermiler sıkıldı, popom halen acıyor, bunlar mesele değil,  insanlara neler oldu… Çok yakın arkadaşlarımızn başına türlü şeyler geldi ama bütün bu süreçte birsürü şey öğrendim.

1)  Ayağa kalktık beraber, orada ilk günden beri gelip,  18. Günde ne oluyormuş burada deyip gelen insan da hep beraber bir şeye aydık, ülke olarak, biz sokağa çıkmadan hiçbirşeyin değişmeyeceğini öğrendik. Evimizde oturarak hiçbirşeyin değilşemeyeceğini.

2)  Doğu’daki, bölgedeki insanları anladık. Gerçek anlamda anladık, şunu gördük, Nişantaşı’nda barikat kuruldu, daha ne olsun! Bugün Nişantaşı cafelerinde barikat geyiği yapılıyor. Çok büyük bir şey.
Cihangir’de, Smyrna’da oturan insanların birşeyler içerken hoppala diye kalkıp barikata yardım ettiklerini gözümle gördüm. Bunları yaşadık.

3) Medyaya güvenmeyeceğimizi öğrendik. Az buçuk bunları biliyordum ama bunu çok fazla insan anladı ve öğrendi. Arkadaşlarımız Kemalist bir kadının BDP çadırına gidip ağlayıp özür dilediğini anlattı. 1 kişiyi, de 3 kişiyi de kazanmak çok önemli.
Hep beraber şunu anladık diyelim AKM’yi yıkmaya çalıştıklarında evet aynı insanlar ve belki daha fazlası orada olacak.

Mesela Bingöl’deki tecavüz olayı tam bu dönemde olmasaydı belki bu kadar ses getirmeyecekti, aynı şekilde Roboskili ailelerin ceza yemesi… Bunlar bugün de yaşandığı için yukarda duruyor. Galiba şu saatten sonra mesele, forumlarla veya oluşan sivil inisiyatifle bütün bu politik ruhu, atmosferi ayakta tutabilmek. Şu saatten sonra, sanatçısından esnafına yapabileceğimiz yegâne şey o.
Seneye veya 5,10 yıl sonra bugünkü gibi Abdullah Cömert için meydanda aynı sayıda insan buluşursa, o süreç, o atmosfer devam ettiğinde biz devletten kurtulacağız, buna inanıyorum. Bir daha Hrant Dink yaşamayacağız, Sabahattin Ali yaşamayacağız… Bir daha kimse ağaçlarımızı kesmeye çalışmayacak. Gezi bunları umut ettirdi.

Aklımda kalan renk: Bulut mavisi

Aklımda kalan iki ses var: 
                                      1- Yapmayın artık yeter, ne olur yeter!


                                      2- Biber gazı olley!

Anı Sahibi: Umut