29 Haziran 2013 Cumartesi

Devlet yok. Para yok. Sağlık bedava. Yemek bedava. Eğitim bedava.



Benim küçük bir bahçem var. Bu olaylar olmadan önce üç gün süren bir lodos fırtınası vardı ve ben bahçeye yeni ağaçlar dikmiştim. Çok genç ağaçlar. Ben o üç gün boyunca ağaçlarla konuştum. “Sıkı tutunun, burada kırılmayın. Siz daha büyüyeceksiniz” dedim. Ben bahçedeki ağaçlarla böyle konuşurken bundan sadece üç dört gün sonra bir sabah yaşlı ağaçların kesileceği haberiyle uyanınca bu işte bir tuhaflık var dedim. Çünkü ben en basitinden bir yerlerde bir şeyleri kendi çapımda yaşatmaya çalışırken tamamen kamusal bir alanda herkesin sahip olduğu bir hayatın biçilmesine ramak kalmış bir durumla karşı karşıya kaldım. Tamamen saf duygularla Gezi Parkına gidildi ve bekleşildi. Ben 30 yaşındayım ve bugüne kadar hep belli bir ideoloji ile büyüdüm ama çok steril büyüdüm. Ankaralı’yım. Uğur Mumcu cinayeti benim gözlerimin önünde süpürüldü. Kışlalı’nın cenazesinde en öndeydim ama hiçbir zaman polisle karşı karşıya kalmamıştım. Ne üniversitede ne de üniversiteden sonra. İlk gün çadırların yakılmasını teğet geçmişim. Ben parktan ayrıldıktan sonra müdahale edilmiş ve çadırlar yakılmış. Bunun neden yapıldığını anlayamadım. Ertesi gün parka yine gittim. Sabaha karşı polis hazırlık yapıyor dediklerinde biz yine bir önceki gün gibi hafif bir müdahale olacağını düşündük ve başladık çöpleri toplamaya. (Gülüyor) Burdan gitmek zorunda kalacağız bari arkamızı toplayıp gidelim diye düşündük. Bu sırada TOMA’ların geldiğini gördük. Kalktık ayakta bekliyoruz. Bu sırada neden bilmiyorum bir anda kendimizi en önde bulduk. Benim alerjik astımım var ve bütün arkadaşlarımın korkusu benim astım krizi geçirmemdi. Fakat tuhaf bir şekilde çok soğukkanlı durdum. İlk yaralananlardan biri bendim ve altımda şort vardı. Çıplak bacağa gaz fişeği yedim. Sadece ay dedim ve ne oldu dediklerinde yok bir şey, hadi devam edelim dedim. Aslında bu da normal değil. Ne öksürdüm ne gözümden yaş geldi. Ancak sonra duvar devrildiğinde dondum. Herkes bir şeyler yapmaya çalışıyordu, ayaklarımın dibine duvar yıkılmış ve insanlar altında kalmış ve benim aklıma ambulansı bile aramak gelmedi. Duvarı kaldırmaya çalışamadım, aklıma gelmedi. Bu durum 5 saniye sürdü belki -bana beş saat gibi geldi- sonra o durumdan çıkmayı başardım. Fakat başardığım an herkesin daha da korkunç bir şekilde yaralanmaya başladığı andı. Ufacık bir ağacın arkasına 15 kişi saklandık fişeklerden bir daha yememek için. Çok tuhaf etraftaki insan seslerini hiç duymadım mesela. Kulağımda hiç böyle bir ses kalmadı.

Kulağımda fişek sesleri, bir sis ve sessizlik kaldı.

Ben oradan nasıl çıktığımızı hala bilmiyorum. Sonra bana çıktığımız yeri gösterdiklerinde de hatırlamadım. Üzerinden üç hafta geçti ve hala hatırlamıyorum. Öyle saçma bir şok yaşamışım ki oradan çıkınca çantamdan çıkarıp aynaya baktım, makyajım bozulmuş mu diye?. Öyle bir çıldırma anı. Bunu yaptığımı da bir hafta sonra hatırladım. Hastanelere gittik. Sonra eve gittik hep beraber. Ne hissetmem gerektiği, neden bunu yaşadığımız konusunda en ufak bir fikrim yok. Öldürmek isteyerek saldırdılar. Tamamen savaş stratejisi ile dört bir koldan girdiler. Kaçmamızı isteselerdi tek taraftan saldırırlardı ama gerçekten çıkacak yer yoktu. Acısı sonradan çıktı ve devamındaki iki gün evin içinde bile yürümekte zorluk çektim. Bu sırada 31 Mayıs – 1 Haziran olayları oldu ve ben evde o kalabalığı görüp çok sinirledim orada olamadığım için. Keşke başka bir yerimden yaralansaydım da orada olsaydım dedim. İnsan şöyle bir psikolojiye kapılıyor galiba; - bunu yaralanmayan arkadaşlarımdan daha çok duydum - sana bir şey değmediği zaman suçluluk hissediyorsun. Kimin başına bir şey gelmişse senin de başına gelmesi gerekiyor yoksa onu yalnız bırakıyormuşsun gibi hissediyorsun. Olamıyorsun. Lojistik destek vermeye çalışıyorsun. Evi açıyorsun. Haberleşmede destek vermeye çalışıyorsun. Sonra Gezi günleri başladı. Ben Gezistan diyorum ona. Dedim ki John Lennon bu günleri görse herhalde mutluluktan ölürdü. Çünkü 20 gün orada bir ütopya yaşadık.

Devlet yok. Para yok. Sağlık bedava. Yemek bedava. Eğitim bedava.

Güvenlik ile ilgili hiçbir sıkıntı yok. Hırsızlık yok. Herkes bir arada yaşıyor ve herkes bambaşka fraksiyonlardan. Bu olaylar olmadan iki gün önce ben çok yüksek bir perdeden bu gençliğe inanmadığımı söylüyordum. Çünkü o gençliğin içinden değilim ben, Y kuşağı değilim. X kuşağıyım, 80’ler çocuğuyum. İnanılmaz utandım. Ben bile – ben de ne oluyorsam artık – bu kadar hoşgörüsüzsem, bu kadar dar bir pencereden bakıyorsam yuh bana. Her gün kendime bunu söylüyorum: bunları unutma. Çünkü bu gerçekten bir ütopyaydı. Devrim değildi belki ama ütopyaydı. Son 20 gündür etrafımdan da çok duyuyorum: ne kadar değiştik. Ne kadar geç kalmışım değiştirmek için. Bunun için kızıyorum kendime. Çok tarifsiz bir duygu. İnsanların yüzlerine bakarken ne kadar aynı olduğunu gördüm. Şimdi insanların anlattıklarını duyunca sürekli ağlıyorum. Korkudan hiç ağlamadım, canımız acıdığında hiç ağlamadım. Beni sadece şiddet ve sonrasında yaşanan şey ağlatır hale getirdi. Parkla ilgili bir sürü şey anlatılıyor. Hepsine de katılıyorum ama ben başka bir şey anlatacağım. Biz bir gün sivil inisiyatifte sabahın köründe kahvaltı dağıtırken bir adam geldi. Üzerinde yeşil doktor kıyafeti, beyaz doktor önlüğü ve boynunda bir steteskop, yakasında da bir kart var. Ben de “kahvaltı ister misiniz?” diye sordum. – İlk hafta oluyor bu. Henüz hiçbir şeyi anlamış değildik biz de – Tuhaf tuhaf baktı. “Hayır, istemiyorum” dedi. İçeriye bakıyordu. “İçeri girmek istiyorum” dedi. Sonra içeri girdi ve sonra içeriden şöyle bir cümle geldi: “Burada hiç hijyen yok, burayı hemen temizleyin aksi halde burayı kapatma yetkim var” Biz de haldır haldır temizlik yapmaya başladık. Geçen gün alakasız bir şekilde karakola gitmemiz gerekti. Orada gördük. Sivil polismiş. Zaten adam boynunda steteskop ve yaka kartıyla doktorum diye bağırmaya çalışıyormuş. Biz o olaydan iki gün kendimize gelemedik galiba. Durup durup O neydi? Diye sorduk kendimize. Hiç anlamadık. Sen kimi, nereyi kapatıyorsun? Diye sormak kimsenin aklına gelmedi. (Gülüşmeler) Çünkü böyle bilgiler yok. Tamam, siviller var biliyoruz ama idmanımız yoktu. Herkes ilk defa yaşıyor böyle bir şey ki zaten dünyada da böyle oluyor. Sonra etrafa şüpheyle bakmaya başladık, acaba daha önce görmüş müydüm diye. Korkuyu bir yandan öldürdüler ama bir yandan da korku salmaya çalışıyorlardı.
Hepimiz yoğun travma yaşıyoruz ve biraz uzaklaşıp fotoğrafa bakınca bu travmaların üstesinden nasıl geleceğimiz hakkında en ufak bir fikrimiz olduğunu düşünmüyorum.
Bir gün annem geldi - çok da keyifli günlerden biriydi - ve “burası açık hava akıl hastanesi gibi, hiçbiriniz iyi değilsiniz ve yüzünüzden akıyor. Bunun üstesinden nasıl geleceksiniz ” dedi. Anne dedim bilmiyorum. Hiçbir şey yazamadım. Hiçbir fotoğraf çekemedim. Çünkü bunları yaşarsam yaşadığım şeyi teğet geçeceğimi düşündüm hep. Baktığım, dinlediğim her şey için hep “unutma” dedim kendime. “Sonra hatırlar yazarsın, birileri çekmiştir bakarsın ama kafanın içinden çıkmaması gerekiyor hiçbir şeyin” dedim.

Evet artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Eşyanın tabiatı bir süre sonra bazı reaksiyonlar cılızlaşmaya başlayacak. Zaten hayatımızın sonuna kadar polis bizi kovalayacak, biz kaçacağız ve geri geleceğiz diye bir şey olamaz. Bunun sivil bir girişim olması bana şahane geliyor. Ben uluslarası ilişkiler mezunuyum ve siyasi bir ideoloji olmadan tamamen hümanist bir ideoloji ile bunların olabileceğini gördüm ki böyle bir şeye asla inanmıyordum. Okuduğum müfredat da bunun kesinlikle olmayacağının ispatıydı. Bu çok şahane bir durum. Hayatta hiçbir şey imkansız değilmiş. Bunu da öğrendik. Bundan sonra gerçekten çok daha farklı olacağına inanıyorum her şeyin. Eğer bir kişi bile unutursa, eğer yine oy vermeyenler oy vermezse, eğer seçim zamanı o sandıklarda çalışmazsak ve yine aynı insanlarla aynı şeyleri yaşarsak o zaman defolup gitmek isterim bu ülkeden. Çünkü o zaman bu kadar insan boşuna mı öldü, bu kadar şey boşuna mı yaşandı derim. En çok korktuğum şey amnezi ve sürekli bunları konuşmak istiyorum ki kimsenin unutmasına izin vermeyeyim, kendim de dahil.

Sis var aklımda. Kırmızılı, turunculu bir sis var. Ses. Sabah ezanı. Eskiden, üniversitedeyken, yalnız yaşadığım zamanlarda – 17 yaşında başladım üniversiteye – o ses beni çok rahatlatırdı, artık uyuyabilirim derdim. Şimdi o ses beni çok tedirgin ediyor ve ondan sonra diyorum ki tamam müdahale yok artık uyuyabilirim.      

Anı Sahibi: Adım ne bilmiyorum

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder