15 Temmuz 2013 Pazartesi

Yürüdük. Ve yani ben... İnanılmaz, inanılmaz bir görüntü Kızılay, yani Kızılay kapatılmış.



İlk günü anlatacağım. Onunla başlayacağım. Ankara'da ne bekliyorduk, neyle karşılaştık. Benim için hayatımda hiç unutmayacağım günlerden bir tanesi. O günü yaşadım ya, bir daha yaşamasam da olur ölsem de gam yemem. Sabah kalktık baktık facebook, twitter, internetten falan Gezi Parkında süper bir direniş olduğunu gördük. İnsanlar polislere kitap okuyorlar, yemek ikram ediyorlar. Sonra ilk gazla müdahale görüntüleri gelmeye başladı. Kırmızılı kadın falan derken Ankara'da delirdik. Biz ne yapabiliriz diye aramızda konuşurken 1 saat içerisinde Kuğulu Parkta toplanıyoruz haberi geldi. O gün yapmam gereken herşeyi iptal ettim. Sonra başladım hazırlığa. İstanbul'da bu kadar sert müdahale olduysa burada da aynı şekilde olacak diye düşündüm. Yabancı sitelerden işte bu Yunanistan direnişinden bilgiler falan geliyor. Anti-asit nedir? onu falan buluyoruz. Sonra maske falan bulmamız gerektiğini öğrendik. Boyacılardan maske bulmak için çıktım. Fakat Sağlık Bakanlığı tüm maskeleri toplatmış. Dolayısıyla boyacılardan maske bulamadık. Küçük boyacıları gezmeye başladık. Sonra bir tanesinden toz maskesi bulabildim. Sirke, maske, antiasit... Arkadaşımla beraber saat 19:00'a doğru Kuğulu Parka yürüyüşe geçtik. Kuğulu Park dolmuştu. Her renk bayrak vardı. Buraya kadar beni şaşırtan birşey yok. Fakat ilginç olan Tunalı. Kokoş mekanı dediğimiz, daha üst orta sınıf bizim burjuva dediklerimiz hatta ayağında sandalet, solaryumdan yeni çıkmış, kucağında köpekleriyle teyzelerde aramızdaydı. Yani hep beraber vardık ve bu görüntü beni ilk başta Dan! diye çarpan şeylerden biriydi. Giderek kalabalıklaşmaya başladık ama öyle örgütlü kalabalıklaşma değil. Sokaktan gelen, kendi hayatına müdahale edilmesine kızmış olanlar katılıyordu kalabalığa. 

Normalde yan yana gelmeyecek insanlar... Ülkücü işareti yapanla halkların kardeşliği sloganı atanlar yan yana duruyordu. 

Sonra insanlar kendiliğinden saat 22:00'da şerefine diye bağırmaya başladı. İçki yasağı getirilmiş ya... İnsanlar ellerine içki alıp yürümeye başladı. Çığlık çığlığa bağrıyorlar. Tam bir delilik hali söz konusu. O zaman anladım herkes son noktaya gelmiş ve bu bir patlama. İnsanlardaki psikolojik patlamayı görüyorsun. Sanki böyle bir baba var, elinde sopayla çocuğunu kıstırıyor kıstırıyor ve artık çocuk o gün isyan halinde... 

O akşam bize hiç müdahale olmadı. Ankara çok güzeldi. Fakat İstanbul çok kötüydü. Biz bu işin o akşam bitmeyeceğini biliyorduk ama bilemediğimiz şuydu; ertesi gün sadece biz sokakta değildik. Herkes sokaktaydı. Ertesi gün otobüse bindik fakat duraklar hep TOMA'larla kapatılmış. Otobüs bizi ana caddelerden birinde bıraktı. Ara sokaklara girdik. Yürüyoruz. 

Önce bir kaç maskeli gördüm sevindim. Sonra başka bir sokak bir kaç tane daha maskeli insan. Hiç az değiliz diye düşündüm. Sonra başka sokak ve yine maskeliler ve sonra anladım bütün sokaklar maskeli insan doluydu.

O gün orada maskesiz kimse yoktu. Ankara'nın her sokağı, Meşrutiyet, ara sokaklar, Sakarya, Olgunlar... İnanmazsınız, insanlar tek bir kalp tek bir yürek... Ne olduğunu kimse kimseye sormadan, birbirine gülümseyerek, bir elinde sirke diğerinde anti-asit dolaşarak herkes birbirine yardım ediyor. Birşeye ihtiyacın var mı diye soruyor. Her sokaktan maskeli insanlar çıkıyor.

Ve biz o gün Kızılay'ı kapattık. Bunun başka bir tanımı yok.   

Meşrutiyet kaç şeritli yoldur orası kapandı. Konur'a gidiyoruz, Konurda bütün kafeler insanlara yardım ediyor. Herkes birbirine yardım ediyor. Konur'un altında Karanfil'in orada olan insanlar hepsi bir Güven Park'a çıkmak istiyor. Zaten Kuğulu'da bir sıkıntı yok. Haber falan geldiğinden değil. Nasıl oldu neden öyle bilmiyorum ama hepimiz Güven Park'a çıkmak istiyoruz ve polis orada Güven Park'a çıkışı engelliyor. Ön tarafta çatışmayı bilen çocuklar çatışıyor. İnsanlar onlara kızdı ama aslında onlar sayesinde biz Güven Park'a girebildik yani onlar sayesinde... Onlar ne yapacaklarını biliyorlardı. Başbakanlığa yakın tarafta baya ısrarcı olduk ama çıkamadık. Sonra birinin aklına Ziya Gökalp tarafından çıkmak geldi. Ziya Gökalp tarafına doğru yürümeye başladık. Havada hep gaz var. Sizde anti-asit olmasına gerek yok zaten elinde olan herkese sıkıyor. 

Yürüdük. Ve yani ben... İnanılmaz, inanılmaz bir görüntü Kızılay, yani Kızılay kapatılmış. Yani tam anlamıyla işgal edilmiş.

Ve benim hatırladığım bir ses var. Şöyle birşey yani hatırladığım bir ses "çın, çın, çın... çın, çın, çın... çın, çın, çın" Her yere vuruluyor. Her yerden ses çıkarılıyor. Benim gözlerim doldu. Ağlıyorum bir yandan gözlerimi siliyorum falan dönüyorum arkadaşıma şey diyorum;

Bu Devrim değilse nedir?

O korkunç belediyenin her tarafa koyduğu reklam panoları patlatılmış, belediye başkanının oğlunun muymuş neymiş o meyve suyu kamyonetleri devrilmiş üzerine sloganlar yazılmış. Herkes çılgınca dans ediyor alanda, herkes birbirine sarılıyor. Tanımıyosun ama birbirine gülümsüyorsun. İnanılmaz bir görüntüydü. İnsanlar bunu yaşadıktan sonra, bu noktadan sonra bir daha geri dönmez. Bu sırada Polis korkutmak için havai fişek atmış ama biz zannediyoruz ki bizden birileri atmış o yüzüden alkış kıyamaet seviniyoruz havai fişeklere... 

Biraz da içsel şeylerden söz edeyim. Ben bu heyecanı yaşadım. Sonu ne olursa olsun bu tecrübenin insanları değiştirdiğini düşünüyorum. Ben de değiştim. Yanımdaki insanlar da değişti. Herkesin politik görüşü farklı olabilir ama artık insanlar neye, nerede dur deneceğini biliyorlar.

Şimdi üzerine bir sürü analizler falan yapılıyor, eyvallah. Fakat bu ruh, yani bir olma ruhu... 

Gece ben gazdan kaçarken evde kek yapıp aşağıya indiren teyzeleri gördüm. Teyzeler sokakta kek ikram ediyordu ya da işte kafeler bizi alıp saklıyorlardı. Ne yazık ki o kafeler daha sonra polis tarafından çok taciz edildiler. Sen miydin eylemcilere bedava çay yemek veren diye çok defa rahatsız edildiler, cezalar kesildi. Bunlara rağmen bizi korumaktan vazgeçmediler. Tabi söz konusu Ankara olunca belediye başkanını da unutmamak lazım. O da sağ olsun elinden geleni ardına koymadı. 

Her bölgede ayrı güzelliklerde direnişler oldu. Özellkle Eryaman. Hiç beklenmedik şekilde müthiş direniş gösterdi. Belediye başkanı Eryaman otobüslerini kaldırdı. Direnişe engel olmak için. Çok uzun süre boyunca Eryaman halk otobüsleri çalışmadı. Sadece ceza vermek için yapıldı. Sen bunu yaparsan baban da sana böyle kızar demek için yaptılar. 

Hatırlamamız gereken şeyin o ilk gün olduğunu düşünüyorum. Bizi bir arada tutacak duygu o ilk gün yaşadığımız duygu. Barış içerisinde direnmek. 

Biz başka şeyler de gördük ilerleyen günlerde. Mesela bir akşam iki çocuk geldi kalabalığın içerisinde omuz atıyorlar. Bir süre sonra kendiliğinden o çocukların çevresinde yarım ay şeklinde bir boşluk oluştu. Barışı bozmak için gönderilmişler, herkes anladı ve onları öyle bıraktı. Kitle onlardan uzaklaştı. O birbirlerine girmesi an meselesi olan iki kişi bunun üzerine yan yana oturup kiteleyi izlemeye başladılar. O kadar belli ki... Onlar gönderilmiş kavga çıkarmak üzere... 

Belediye başkanı bu konuda özellikle çalıştı. İki gee iki farklı direniş olan bölgede "saha çalışması" adı altında kaldırım taşları bıraktılar. İnsanlar sinirlendiğinde o taşları fırlatmalarını beklediler. En başından beri bu kadar Polis şiddetine rağmen bu kadar barışçıl bir şekilde eylemine devam eden başka bir kitle bulamazlar. Bunu istedikleri kadar saptırmaya çalışsınlar bu gerçeği değiştiremeyecekler. Polis şiddeti nedeniyle ölen bir sürü insan var. İsimlerini bildiklerimiz dışında da insanlar var. Mesela gaz yüzünden kalp krizi geçirenler. Keşke onlara da ulaşabilseydik. Onların ailesine bir gidip baş sağlığı dileyebilseydik. Bunlar içimizde kalan kısımlar. 

Bu yaşadıklarımızın rengi gökkuşağı çünkü herkes vardı. Tüm renkler vardı. Unutamadağım ses "çın, çın, çın..."

Anı Sahibi: Cihan

14 Temmuz 2013 Pazar

Hiç bir şey eskisi gibi olmayacak diyor herkes. Olmasın. Amin.



1961 doğumluyum. Hala çalışmakta olan bir üniversite mezunuyum.  9 yıldır tek başıma yaşıyorum sayılır. Bir kızım var 27 yaşında. Arkadaşlarım, ailem ve sevgilim var, mutluyum.
İyi bir anne olmak ve hiç yalan söylememek dışında kayda değer bir tecrübem yok.
Beyaz Türk tanımına uyuyorum ama beyaz değilim,  çok renklilikten, hatta bazen kirlilikten bile hoşlanıyorum.


Güvenlikli sitelerde değil, birbirimizi koruduğumuz mahallelerde yaşamak istiyorum, hayatımın sonuna kadar.

31 Mayıs gününden 2 hafta önce İrlanda’yı gezip dolaşmaktan dönmüştüm.  Dönerken korkmuştum,
bütün o gördüğümüz sakin, huzurlu, yeterlilik duygusu ile kaplı kasaba ve şehirlerden sonra İstanbul’ a döndüğümde içim acıyacak diye. Ama öyle olmadı, ayak basınca Istanbul, sardı beni yine kendisi ile, tüm karmaşası ve agresyonuna ragmen.

Gezi parkı ve Taksim ile ilgili yayalaştırma projelerinden hafif yollu bilgim vardı. Belediyenin sitesinde yayınladıkları projeyi izlemiş, aman allah yine yapacaklar kupkuru, cansız bir şeyler diye dertlenmiştim.

Sırrı Süreyya’nın, kepçe karşısındaki direnişini görünce, şehri korumaktan çok,  insanlığı desteklemek için gittim Çarşamba akşamı Gezi parkına.

Güzel güzel oturuyordu gençler, kim ola ki bunlar böyle, bu kadar şehirlerine sahip çıkıyorlar diye düşündüm. Taksim platformundan filan da haberim yoktu daha.
Derken 31 Mayıs Cuma akşamı işten çıkıp sokağa döküldüm herkes gibi. Eve yakın konuşlandık, Taksim İlk Yardım’ın önünde bekleştik, boynumuza eşarplar sardık belki gaz gelirse korunuruz diye.
Taksim’e doğru Sıraselviler’in girişindeki hareket, bulunduğumuz yerden hiç hissedilmiyordu, sadece ara sıra insanlar uzaktan gelen bir dalganın etkisi ile bir kaç adım geriye gidiyorlardı, hay allah ne oldu acaba diyorduk.

Hükümet istifa sloganlarına, ne istifası yahu diye burun kıvırdım.

Zıplamayan faşisttir sloganında zıpladım içtenlikle. Çok daha fazla sayıda insan, faşizmin ne demek olduğunu yaşamaya başlamak üzereydik. Henüz polis şiddetine birebir maruz kalmış olmasak da, çok yakında olduğunu hissediyorduk. Kızım Sıraselviler’e doğru daha ileri gitmişti, bir ara telefonlaştık, şimdi iyiyiz Pera’ ya sığındık dediler. Demek ki sığınılması gereken bir durum vardı.
Birlikte olduğum arkadaşım, ne duruyoruz burada, daha ileri gidelim diyordu ama benim astım meselemi bahane edip, fazla cengaverliğe girişmedik. Ben de, burada durmak yerine gidip aşağıdaki polis karakolunun önünde duralım, polise bir mesaj olur belki dedim, gittik biraz dikildik kapılarının önünde. Eylemimiz bir iki dakika kadar sürebildi, sivillerden biri, buyrun hanfendi deyince, yok bir şey öyle baktık deyip dağıldık. Cihangir’deki çocuk karakolu;  her geçtiğimde önünde sivil kıyafetli ama kocaman silahı boynuna geçirmiş insanlar görüp bu nasıl şey böyle diye düşünürüm, her gün görünce de insan alışıyor, televizyon dizisi karakteri gibi görmeye başlıyor.

Sonra arka taraftan Istiklal’e doğru yürüyelim bari dedik, o tarafa gelmek üzere yolda arkadaşlarımız vardı. Arada bir kafede oturup bir şey içtik. Birlikte olduğum arkadaşım, tamam bunların işi bitti artık,
Amerika iplerini çeker, otururlar aşağı diyordu. Bense daha tam ne dediğimi bilememekle birlikte,  bu ortaya çıkışın sadece AKP ve onun temsil ettiği şeylere karşı düşmanlığa dönüşmemesi  gerektiğini söylemeye çalışıyordum. Bayağı zorlandık birbirimizi anlamakta, neredeyse tartıştık.

Sonuçta devlet ve polis yıllar boyu hep aynıydı,  ve bir yandan AKP dönemine borçluyduk bu ülkede var olan her sesin ortalığa çıkmasını, öyle ya da böyle konuşulmasını, en azından duyularak kanıksanmasını.

Kendi üzerlerinden de olsa bize göstermişlerdi ayrımcılığı, ötekileştirmeyi, hepimiz AKP sayesinde tatmıştık azınlık olmanın ne demek olduğunu.

2 haziranda şöyle yazmışım facebook duvarıma:

Saat 9 dan beri kepçe-tencere senfonisi devam ediyor. Köşeden çöpleri toplayan çöp kamyonu görevlileri işleri bitince ritme katılıp alkış tuttular. İnip onları kucaklamadığım için pişmanım şimdi. Her sabah işe giderken karşılaştığımda onlara günaydın kolay gelsin derim zaten ama artık isimlerini de öğrenmeliyim. Tayyip bizden ''onlar''' diye söz edip dururken bize bir şey öğretti. Bu ülke herkesin, beyaz, kırmızı, yeşil ve hatta artık Afrikali göçmenlerin de. Çok akıllı olmalıyız. Onun bizler-onlar oyununu bozmak için elimizden geleni yapmalıyız. Tabii içtenlikle buna inanarak. Ne olur bu olağanüstü direniş başka hiç kayıp vermeden amacına ulaşsın, gidip Fatih camiinde namaz kılıcam. Eşitlik, özgürlük, sağduyu ve empati için dua edicem.


Sonra buluştuk arkadaşlarımızla İstiklal’de, Atlas pasajı hizalarında filandık, orada da pek anlaşılmıyordu ileride neler olduğu.  Rüzgarın etkisi ile hafif hafif biber gazı bize doğru gelince,
geri Cihangir’e doğru yürüdük. Karnı acıkanlar vardı, oturduk bir şeyler yedik.  500 mt ötemizde, gaz, tazzikli su, barikat, çatışma varken Cihangir’de hayat normal devam ediyordu, ama herkesin kafası başka bir yerde, ya da aynı yerdeydi. Oturduğumuz yerde artık genzimiz yanıp gözlerimiz yaşarmaya başlayınca eve gittik. Oturup televizyonu açtık, bende sadece çanak var orada da uyduruk kanallar çıkıyor. İşten eve gelince kafa boşaltmaya açarım televizyonu, kelime oyunu, yalan dünya filan izler karşısında uyuya kalırım, kalırdım. Beylik kanalları geziyoruz, hiç birinde alt yazı bile yok, hepimiz kendimizi yok hissettik, paniğe kapıldık. NTV? onda da yok. Hoppala, nasıl olur, ‘’1984’’ korkusu yaşıyoruz.  Derken kapı çaldı, kızımın bir arkadaşı, 3 arkadaşı ile birlikte geldi, gazdan kaçıp sığınanlar.
Birazdan tekrar kapı çaldı 3 kişi daha, daha sonra da kızım ve arkadaşları. Halk TV yi bulduk, Beşiktaş Çarşı’dan haberimiz oldu. Gece 11 kişi kaldık evde, sabah 4 gibi uyumaya çekildik, 8 gibi uyandık.
Dışarı çıktım kahvaltılık bir şeyler almaya, meydanda gaz maskesi satışı başlamıştı, sevindim, 6 tane maske aldım. Evde, nereden maske alınacak, Karaköy’e mi gitmeli, yok Koçtaş‘ta varmış filan telaşı devam ediyordu.

Kahvaltı sonrası evdeki gençler savunma silahlarını alıp çıktılar dışarıya, maske, gözlük, talcidli su.

Aman dikkat edin, bari çok ön saflara gitmeyin diyebildim arkalarından. Öğlen saatlerinde artık polis TOMA si ile  Cihangir meydanına inmiş, biber gazı sıka sıka ilerliyordu, pencereden kafayı çıkarınca duman içinde meydanı görüyorduk. Gazdan kaçan eve sığınmaya başlamıştı yine. Komşulardan biri penceresinden bangır bangır  Çav Bella çalmaya başladı. Adrenalin tepeye vurmuştu hepimizde,  elimizde tencere tavalar pencerelerden dışarıdaydı bütün mahalle.

Son sahnede tam bizim evin önünde TOMA, su sıka sıka sokakta kalan üçbeş direnişçiyi aşağı doğru püskürtmeye çalışıyordu. TOMA nın karşısında tek kalan bir genç, dans ederek dalga geçiyordu.
Biz gaza dayanabildiğimiz sürece pencereden dışarı tencere tava çalıyor, bağırıyorduk, gaz çoğalınca içeri kaçıyorduk. Korkudan çok dehşet duygusu içindeydim. Evimin penceresinden izleyip heyecanlanmanın suçluluğu da vardı bir yandan.  Sonra birden TOMA geri çekildi, ortalık yatışıverdi. Etrafta bir yerlere sığınan kızım ve arkadaşları ortaya çıktı, içim rahatladı. Haydi Taksim’i ele geçirdik, herkes Taksim’e haberleri geldi.  Evde bir pankart hazırlığına giriştim, Those were the days melodisi ile söylenen, terbiyesiz bir futbol sloganı vardır, çok severim. İnsan doğasındaki kirli ve terbiyesiz ama şiddet içermeyen şeyleri sevdiğim için.

Evdeki pikelerden birine, kablo izolasyon malzemesi ile yazdım ‘’Those were the days Tayyip ‘’ ve astım pencereden aşağı.

Tepkim Tayyip’te yoğunlaşıyordu ister istemez çünkü kontrol gücü ondaydı. Ben de indim aşağıya, haydi Taksim’e yürüyelim derken bir pencereden elinde bira şişesi ile bir adam, gitmeyin herkesi toplayıp orada kıstırıyorlar, tuzak bu, gaz sıkıyorlar diye uyarıyordu.  Kızdım, böyle bir haber varsa elinde bira şişesiyle ne işin var. Ayrıca benim kızım orada, elim ayağım kesildi, oturdum, bekledim. Neyse korkulacak bir şey olmadığını anladık telefonlaşınca. Ben o Cumartesi gidemedim Geziye, ertesi gün, Pazar günü görebildim. Gülen yüzleriyle gençleri, zeka fışkıran pankartları, hemen organize edilmiş mutfak ve marketi. Civarı dolaştım, barikatları ve Taksimi izledim.

Taksim, tüm inşaat çirkinliğine rağmen o kadar güzel göründü ki gözüme, güzellik insanların yüzündeki mutluluktan ve ortamdaki olumlu enerjiden fışkırıyordu sanki. Hayatımın en mutlu zamanlarından birini yaşadım  etrafta dolaşırken.

AKM’nin tepesine dizilmiş insanları, boyun eğme pankartını görünce mutluluktan deliye döndüm.  

Daha sonraki günlerde de Gezi ‘de, dipdipe her çeşit insanın birarada, hiç itişip kakışmadan, birbirlerine nasıl yardım edebilirim duygusu ile bulunduğunu gördükçe, iyice delirdim sevinçten.

Tüm karmaşıklığımıza, tüm sorunlarımıza rağmen, başka bir dünyanın mümkün olduğunu gördüm.

En çok istediğim de herkesin bunu görmesiydi. Tamam, oradaki kardeşliği sağlayan şey, bir güce karşı birleşilmiş olmasıydı ama olsun, oradaki herkes, iktidar, devlet, otorite tarafından oluşturulan sahte düzenin ne kadar kırılgan olduğunu ve tepemizde  bir güç olmadan yaşayabilsek, birbirimizi çok daha kolay kabul edip anlayabileceğimizi gördü.
O yüzden herkesin Gezi’yi görmesi çok değerliydi, çok daha fazla insan görmeliydi. Bundan sonraki hayatımızda Gezi’yi görebilenlerle göremeyenler arasında çok önemli bir fark olacak diye düşünüyorum.

Ve ne yazık başbakan da göremedi. Gezi’deki gençlerin derdinin ne olduğunu göremedi. Yıllar boyu otorite,  baskı, darbe, haksızlık, katliam, cinayet korkusu  ile sindirilmiş insanların genlerinden doğan
bu nesil herkesi şaşırttığı gibi, başbakanı da şaşırttı ve korkuttu.       

Ben gerçekten hala  inanıyorum;  eğer başbakan pazar günü çıkıp da, tüm protestocuları  anladığını ifade eden, kendi bildiğinde diretmeyeceği mesajını veren, yatıştırıcı bir demeç verseydi, biz bambaşka bir Türkiye’ye uyanabilirdik, ve kendisi de oylarını artırarak gerçekten güzel bir ülke yaratabilirdi. Bunları hissederken, kendi kendime ulan çok mu hayalcisin diyordum, ama zaman içinde konuştuğum bir sürü insanın aynı şeyleri hissetmiş olduğunu duydum.  Ama başbakan göremedi, hepimizin korkup durduğu, bazılarımızın iyi niyetle, belki de o kadar değildir diye avunduğu duruma netlik kavuşturdu.

Tüm protestoları kendi kişiliğine saldırı olarak aldı, sizin için yaptıklarım gözünüze dursun dedi, ve üstelik ben %50 yi evde tutuyorum diyerek  milleti cart diye ikiye böldü, iç savaş korkusu saldı.  Bir başbakan nasıl böyle bir laf edebilir diye düşündü herkes, ben de kendimi sopa yemiş gibi hissettim günlerce.  Bir kaç gün boyunca acaba mı, biraz düzgün bir açıklama çıkar mı, kim konuşmuş, vali özür mü dilemiş filan diye kendimi  avutmaya çalıştım. Tunus’tan döneceği gece gökyüzüne bakarak çok dua ettim ama olmadı, başbakan döndü ve yine kendi gibi konuştu, tek tesellim, taraftarlarını el işareti ile durdurması oldu. Adamın eline gözüne bakar olduk, ne dedi, aslında ne hissediyor, hasta mı, delirdi mi acaba, acaba Taksim’de neler olup bittiğini gerçekten biliyor mu? Sonra işi faiz lobisi, dış mihraklara filan bağlayıp iyice zırvaladılar. Zaten şanslarını kaybetmişlerdi artık, durumdan herkesin yararına faydalanmak yerine sadece kendi yararlarına faydalanmayı tercih ettiler.

Ben Gezi’yi ne kadar sevsem, ne kadar teşekkür etsem azdır, çünkü bana hayatta neyin önemli olduğunu yeniden gösterdi.

Baskı ve haksızlığın kol gezdiği bir ortamda diğer bütün sahiplenilmiş şeylerin ne kadar değersiz olduğunu gösterdi. İktidar ve zenginlik hırsı ile vicdansızlıkla davranan insanların asla mutlu olamayacağından eminim artık. Bu beni rahatlatıyor. Kendimi ve insanları daha çok seviyorum.

Pazartesi sabahı işe gitmem mümkün değildi, bir savaş içinde hissediyordum kendimi. Kızım, kafasına yediği gaz kapsülü yüzünden hastanede yatan bir genç kızın başına nöbete gitmişti, onun yanına gittim, neyse durumda korkulacak bir şey olmadığı anlaşılmıştı. Birlikte eve döndük. Gözleri dolarak sordu bana, ailedekiler ne düşünüyor olan bitenle ilgili diye,  kimler durumu nasıl algılıyor, neler olduğunun ne kadar farkındalar. Sonra aşağıdaki mesajı yazıp gönderdi ulaşabildiklerine, ben de gönderdim tüm arkadaşlarıma:

‘’wake up call’’
neler oldugundan ne kadar haberimiz var?
bu noktada degişime, devrime, sevgiye, aşka, ağaca, yardımlaşmaya, umuda inanan herkesin bir şeyler yapması gerekiyor.
hayatınızı üzerine kurdugunuz degerleri gözden gecirin; onlara ihanet etmeyin.
sizin desteginize cok ihtiyacımız var.
kendimizi yalnız hissettigimiz anda dünyanın daha iyi bir yer olma ihtimali giderek azalacak.
korku ruhu yer bitirir.
korkunun, dedikodunun, paranoyanın, kötümserligin esiri olmayın.
birlikteligin bütünlesmenin güzellesmenin zamanı şimdi.
herkes en iyi ne yapabilecegini düşünüyorsa o sekilde destek versin.
çünkü tarih yaziliyor.
uyuma!!!
bunun bir parcasi olma firsatini kendin icin kacirma.

insan olmak belki de hicbir zaman bu kadar harika olmadı.


Sonraki günlerde işten gelip doğru Gezi ye gittim hep, evdeki çadırı götürdüm, çamaşır, fener aldım götürdüm, İMÇ den tente yaptırdım götürdüm. Insanlar işten çıkıp meydana geliyorlardı, ortalık hafif zıvanadan çıkmaya ramak vaziyetindeydi ama o kalabalığa rağmen kimse birbirine kötü davranmıyordu. Aslında herkesin ihtiyacı olan, birbirine iyi davranmak konusunda o kadar geri gitmiştik ki. Kandil gecesi tok karnıma Gezi’de ikram edilen kandil simitlerini yedim durdum.
Anti kapitalist Müslümanlar dua ediyordu, hoşuma gitti. İzdihama yakın bir kalabalık içinde Gezi’nin merdivenlerinden çıktık, indik, ne bir taciz, ne bir kapkaç olayı.
O kadar da salak değilim, insan denen yaratığın kirlenmeye ne kadar müsait olduğunu biliyorum. Ama umut etmekten başka çare yok.

Beni en çok üzen, Gezi yi gördükleri halde umudu göremeyenler, değişmeyenler.

Bugün aradan bir aydan fazla geçmiş durumda. Devleti eli ile yalan, dolan ve haksızlıklar önceki zamanlardan çok daha göz göre göre devam ediyor.  Baskı ve haksızlığın, sesini duyuramamanın ne demek olduğunu çok daha fazla kişi biliyor artık.

Hiç bir şey eskisi gibi olmayacak diyor herkes. Olmasın. Amin.


Renk:  Kırmızı ... haksızlıklara karşı  direnişin heyecanını ifade ediyor bence

Ses : Ambulans sesleri ... bugünlerde eskisinden daha çok duyuluyor ama artık korkutamazlar.

Anı Sahibi: One Step Back

4 Temmuz 2013 Perşembe

artık benim bir ülkem var.


Gezi parkı olayları patlamadan önce, bir hafta önce falan, “Yavuz Sultan Selim” köprüsü hikayesi oldu. Televizyonda görüntüler, arkada devlet erkanı, en önde imam falan böyle, dua ediyolar. O gün ben de sevgilimi aradım ve dedim ki 

“Artık burası bana göre değil, burda beni istemiyorlar. Gitmem lazım”…

Bundan önce defalarca kere söyledim ama, gerçekten de defalarca kere söyledim ama bu sefer sonundayız artık yani, bu tamamen “defol git, sen yoksun zaten, senin tarihin de yok zaten”. Varlığının tehdidi oluyor, tam olarak onu hissediyosun yani, derinden sarsılıyosun. Normalde çok ılımı karşılayıp, “olur mu ya, bak ben varım, şu var, bu var falan filan” diyen sevgilim, yumuşak, “bu kadar dert etme” diyen biri olmasına rağmen ilk defa sessiz kaldı; çünkü bence görünen görüntü, televizyondaki özellikle o görüntü insanı ürperten bir görüntüydü. (üçüncü köprünün temel atılış töreni).Çok sıkıntılıydı.    

Neyse işte, ondan sonra sevgilime dedim ki, “Ben artık bu ülkede yaşayamam. Bana resmen defol git diyorlar. Dolayısıyla benim artık bu ülkede kalmama gerek yok.” Sevgilim de normalde çok ılımlı bir insan olmasına rağmen bu sefer ilk defa hiçbir şey söyleyemedi. “Arkadaşlarımız var” falan filan diyemedi. Sonra telefonu kapattık. Aradan bir süre geçti böyle. Ankara’daydım ben. Sonra birden Gezi olayları…Bir hareketlilik yaşanıyor. “Allah” dedim, “Bir şeyler oluyo galiba”. Sonra bir arkadaşımın yaralandığını öğrendim; çok sinirlendim, öfkelendim.  Sonra 29’u gecesi ben de Kızılay’a gittim. İnanılmaz bir kalabalık vardı. O zaman tekrar sevgilimi arayıp şey dedim: 

“Söylediğim her şeyi unut. Burası benim ülkem! Artık benim bir ülkem var; bir sürü arkadaşım varmış, kendimi çok güvende hissediyorum, yaşasın!” 

falan filan dedim. Ondan sonra da şey başladı zaten, korkunç bir sinir savaşı, fiziksel savaş, tam direniş dedikleri…Ankara daha sertti aslında. Ben iki gün gittim Ankara’da, tam Ankara gibiydi, griydi, sertti, soğuktu; Ankara ile ilgili ne biliyorsan, Ankara prototipi, mücadele için de aynı şey geçerliydi. Sonra üçüncü günü falan Gezi’ye geldim. Gezi’de millet bir bayram havasında; hayal kırıklığına uğradım. Dedim ki, “bu ne ya; Ankara’da millet ölüyor, napıyosunuz burda”. Biraz anlamakta zorlandım açıkçası. Bu bayram havası neye istinaden, hani, tamam, Gezi bizim, falan filan da hani noluyor dedim… Zaten çok sevinmemize de izin vermediler.(Gülüş) Hemen sonrasında gene bir müdaheleler, gerginlikler başladı.

Ben Gezi’de de kaldım kalabildiğim kadar. Her akşam iş çıkışında gittim. “Fight Club”u yaşadık demişti bir tane twit; çok doğru hani savaşa gidiyorduk, akşam maskeler tekrar Gezi Parkı’na dönmek falan… 

Ben hayatım boyunca devrime inandım, hep bunu da söylüyorum; ama hiç o kadar inanmamışım. 

Gezi’yi görünce insan bunu söylüyor. Hayatın boyunca hep bir “devrim olacak, devrim geliyor”; ama hiç inanmamışım yani.

Onu görünce…şimdi aslında, başka bir şey var, daha büyük bir tehlike var, mesela bir ay önce ben şunu diyodum bir Alevi olarak: “Yavuz Sultan Selim köprüsü’ne hayır! Sivas davası zamanaşımına hayır!” falan, şimdi tek bir şey çıkıyor ağzımdan: “Gezi’yi istiyorum!” Şey o kadar yükseldi ki böyle, hani, hiçbiri umrumda değil artık, ben Gezi’yi istiyorum. Gezi’deki “her şey bedava”, hani yemek bedava, sağlık bedava ve o çok güzel bir his ya, çok güven veren bir his. 

Şey çok güzel değil miydi, patron yoktu ya. Hiçbir yerde hiçbir şeyin patronu yoktu.

Sonra ben kendimi temize çekmeye başladım bütün olan biten süreçte. Galiba herkes de biraz öyle yaptı. Neye gerçekten inandım, neyden ne zaman vazgeçtim, nasıl vazgeçtim, neden yeniden inanmaya başlıyorum, bu insanlar nerdeydi…Emek’e de (sinema) gidenlerden biriydim, Gezi için ilk toplanıldığında da gidenlerden biriydim, hep şey diyordum, kadrolu eylemciler var, bin kişi bir oraya gidiyoruz, bir buraya gidiyoruz…Demek ki öyle değilmiş…Onu da görmek çok güzel bir şeydi.

En çok ne hatırlıyorum…Ölmekten çok korktuğumu hatırlıyorum. Çok yakın olduğum iki anı hatırlıyorum. Hep devletle uyum içinde olmuş olan biri olarak aslında, şeyi çok net farkediyosun, ilk gaz yediğimde tavrım tamamen şeydi böyle, “Aa ne münasebet canım, ne oluyo yani, nasıl yani, aa sen kimsin!” Hayır yani, gaz yemiştim ama, az kişi olduğum için yemiştim bilmem ne, anlatabildim mi, hani zaten küçücüksün ve atıyolar gazı falan. Ama bu sefer “Bi dakka canım, ne oluyo yani, burda hep beraber annelerimiz falan duruyor, ne yani”…Korku çok fena bişey yani. Ben korkuyu çok net duyumsadım. Ve korkmaktan vazgeçtim. Üst sınırı gördüm. 

Sokak çocukları inanılmaz, onları unutmak mümkün değil. O çocukların mutluluğunu unutamıyorum. O coşkularını falan. 

Bizim çadıra gelip abilerle yuvarlanmaca oynamalarını. Sınıfsızdık işte yani. Daha ne olsun işte yani. Onu unutmak mümkün değil, nasıl unutturacaklar bilmiyorum yani. Böyle. Bu kadar. Benim anım bu.            

Anı Sahibi: Güzel günler

3 Temmuz 2013 Çarşamba

burada derin bir haklılık duygusu vardı, insanların yılmasını engelleyen...



Ben kendimce daha özel bir tanışma hikayesinden alarak başlıyayım, ama daha sonra Gezi eylemine de bir yere bağlanacak.  Bir arkadaşımın arkadaşı, çok bahsettiği bana, benim de tanışmak istediğim bir insan, bir kadın, bir gün Cihangir’de bir kafede otururken, tek başına gördüm ve şunu düşündüm. Acaba gidip tanışsam mı diye, daha sonra önünde bilgisayarı vardı, çalışıyordu falan, tanışmama gerek yok şu an çalışıyor, ben de daha sonra bir zaman tanışırım dedim.  Daha sonra.. bu şimdi sonunda bir yere bağlanacak, not ediyim ve 31 Mayıs’tan alıyım.

Biz de bir grup arkadaşlarımızla beraber, parktaydık ve bu gece müdahale olamaz çünkü burası çok kalabalık, müdahale olursa çok kötü şeyler olur ve buna cesaret edemezler, muhtemelen daha seyrekleşmesini, insanların hafta içi işe gitmesini beklerler, o şekilde müdahale ederler diyerek  02:30- 03:00 civari eve döndük ve uyuduk.  Sabah kalktığımızda, tabii ilk iş twitter a bakmak oldu. Her zamankinden daha fazla bakıyorduk twittera çünkü haber alma kaynağı olarak ne yazık ki elimizde sosyal medya dışında çok fazla alternatif yoktu. Baktığımızda müdahale edildiğini, çok sert bir şeklide müdahale edildiğini gördük ve benim orada evde duramamamın sebebi utançtı, o saatten sonra, yani ben orada olmadığım için utandım.

Evde durursam utancımın katlanacağını düşündüm ve basın açıklaması için Taksim e çıktım.

10:00 da basın açıklaması yapılacağı söylendi ve saat 10:00 da Divan otelin orada söylendiği gibi basın açıklaması düzenlendi ve basın açıklamasından sonra çok sert bir müdahale geldi. Tomalar, çevik kuvvet, gaz ve biz Maçka’ya doğru kaçtık. Divan oteline sığınan arkadaşlarımız oldu. Fakat o kadar sert bir müdahaleye rağmen ben şunu farkettim, hiç kimsenin evine dönme gibi bir niyeti yoktu. Herkes tekrar Taksim’e çıkmanın yollarını arıyordu ve bir şekilde bu döngü meydanda yapılan basın toplantısına kadar, öğleden sonra olan basın toplantısına kadar sürdü. Biz bir şekilde gaz yedik, geri döndük ve bir şekilde tekrar meydanda buluştuk. Meydanda buluştuktan sonra, oturma eyleminin arkasından polis yine müdahale konusunda kendisini esirgemedi ve meydana da çok sert bir müdahale yapıldı, artık gözgözü görmüyordu ve ben meydandaki müdahaleden sonra, Taksim’den uzaklaşmak da istemiyorum çünkü akşam da Taksim’de olmamız gerekiyor, Talimhane’nin kaçabilmek için iyi bir yer olduğuna karar verdim çünkü oteller var, daha turistik bir bölge, oraya müdahalede bulunmazlar diye Talimhane tarafına doğru kaçarken, tam Talimhane’ye girerken önüme gaz bombası atıldı ve tabii ilk gün olduğu için toz maskeleri miz bile yoktu, daha  acemiydik. Gaz atıldıktan sonra, artık hiç bir şey görmüyorum ve o görmediğim halde yere bakarak ilerlerken, bir yerde bir sirke şişesi gördüm, birinin elinde bir sirke şişesi var ve sirkeye doğru hamle yaptım alabilir miyim diye... daha sonra tişörtüme arkadaş sirkeyi döktü, böyle yüzümü falan temizledim, kafamı bir kaldırdığımda, o kafede tanışmaktan imtina ettiğim arkadaşla yüzyüze kaldım ve daha sonra ayak üstü bu hikayeyi de anlattım ve şunu farkettim, o gece de beraberdik daha sonrasında da, ve 1 yılda belki çeşitli yerlerde karşılaşsam, görüşsem,selamlaşsam yakınlaşamayacağım kadar bu eylemde bir adet sirke şişesi ile yakınlaşmıştık... meşhur, direniş yakınlaştırır.  Daha sonra 31 Mayıs gecesi tekrar toplandık ve herkeste inat önemli bir şeydi ama bir taraftan insanların..

bence herkes kendisini çok haklı görüyordu, burada derin bir haklılık duygusu vardı, insanların yılmasını engelleyen...

çünkü ağaç meselesi olup olmadığı hakkında konuşulurken... ben şöyle bir şey söyliyim... herhangi bir ideoloji fark etmez, herhangi bir şey bunu sahiplenmiş olsaydı, karşı tarafın söyleyeceği argumanlar her zaman bulunacaktı... hani neden oradalar ama öyle de olmayabilirdi diye. Yalnız o kadar masumca, o kadar  haklı bir sebebi vardı ki bunun, hiç kimse çıkıp neden diye soramadı. O yüzden bu haklılık duygusuyla ve ilerleyen zamanlarda da mizah bence insanları çok ayakta tuttu çünkü çok yorucu bir şey.. gaz yiyorsunuz, geri dönüyorsunuz,kilometrelerce yol yürüyorsunuz.. mesela kaçıyorsunuz tekrar aynı noktada buluşuyorsunuz, bir süre sonra moralman çökeceğiniz yorulacağınız bir durumda kafanızı kaldırıp bir tane duvar yazısı okuyorsunuz, gülüyorsunuz, paylaşmak istiyorsunuz ve o inancınızı tazeliyor. Hani bir duvar yazısı daha görüp tekrar gülebilmek için o yolları yürüyorsunuz bir taraftan ve...  bu kadar sanırım  ...  bir de şeyi anlatayım bir dakika, sonra biz 31 mayıs gecesi bir arkadaşımızın misafirperverliği ile evinde,  artık 2 - 3 saat uyumak için, onun Cihangir’deki evinde toplandık, toplandık derken,  yaklasık 16-17 kişiyiz, bu arada bir kısmı birbirini ilk defa görüyor, arkadaşlarımızın arkadaşı filan. Daha sonra gece 2 saat uyuduk ve ben şunu hatırlıyorum, 2 saat sonra uyandığımda ben yine ilk iş twitter a baktım ve baktığımda şunu gördüm, köprüden insanlar yürüyor.

Bu mesela çok acaip bir şeydi, ben düşündüm, o zaman devrim oluyor, insanlar hala akın akın, ve anlatılamaz bir his, hani başka bir sabaha uyanmak gibi bir şey.

Daha sonra o arkadaşlarla biz tekrar dağıldık, alana çıktık, derken yanımızda bir arkadaşımız var, erkek bir arkadaş ve bütün gün beraberiz akşama kadar ve o gün de aramızda artık şeyi konuşmaya başladık, Gezi yi alabilecek miyiz acaba, olacak mı olmayacak mı derken, daha sonra polis geri çekildi. İşte parka gidip gitmemeyi konuşurken bir noktada o yanımızdaki arkadaşı kaybettik, daha sonra .. ya bu arkadaşı nereden bulucaz, sende telefonu var mı.. yok, hangi arkadaşın?... şu, var ya hani yanımızdaki erkek...ismi neydi onun? ...bilmiyorum, kimin arkadaşıydı? ...bilmiyoruz ... evde, telefonunu, kimin tanıdığı olduğunu bilmediğimiz ama bir buçuk günlük bir direniş arkadaşımızla.. bununla bitirdik. Hala bilmiyoruz kim olduğunu, bir daha görmedik zaten.

Benim için yaşadığımız günlerin rengi Mavi, Cansever’in dizesi sanırım, ona atıfla...

gökyüzü  gibi çocukluk, hiç bir yere gitmiyor ...

hani hem çocukca bir ruhla oradaydık bir taraftan ve hiç bir yere de gitmedik,  bu yüzden benim için de mavi ile bütünleşti.

Benim en sevdiğim slogandı, Bu daha başlangıç mücadeleye devam ... İstiklal caddesine girdiğimizde şu tonlamayla ...  “BU” – daha, derken o binalardan yankılanan sesiyle o kaldı bende.

Anı Sahibi: Artos


2 Temmuz 2013 Salı

bir daha asla kimse yalnız yürümeyecek...



Aslında belki ilk andaki duygusundan başlamak lazım veya öncesinden. Bunu çok fazla başka insandan da duydum. Bir kere herkes yalnız olduğuna emindi. 31 Mayıstan önceki hafta bile aslında herkes birşeylere öfkelenirken ya da birşeylere tepki gösterecek olduğunda veya birşeyden canı yandığında bir tek onun başına geldiğine emindi. Dolayısıyla Gezinin ilk günlerinde, Sırrı Süreyya'nın makinelerin karşısına çıktığı gün ve ondan sonraki gün, aslında polis oraya girinceye kadar herkes oradakilerin de bir avuç olduğuna emindi. Bu nedenle 31 Mayıs'ın insanların ruh haline şöyle bir etkisi oldu, örneğin ben kimseye gelin demedim, diyemedim. Nasıl birşeyin ortaya çıkacağını bilmiyorduk. Nasıl bir müdahale olacak? Nasıl bir karşılık verilecek? bilmiyorduk. 30 Mayıs akşamı bir kaç arkadaşımla beraber Gezideydim çünkü ondan bir gece önce sabah ezanından sonra parka girmişlerdi. Çok kalabalıktı. Çok fazla insan vardı.


Biz şu naifliği gösterdik; burası bu akşam çok kalabalık kesinlikle bu akşam veya sabaha karşı buraya girmezler. 

Girmeyi planlıyorlarsa bile bir kaç gün sonra girerler. Bu bizi aslında ondan sonraki günlerde Gezi'ye iten şeylerden biri de oldu. Şöyle ki; o gecenin sabahında uyandığımızda telefonlarımızda bir sürü cevapsız çağrı, twitterdan geçen korkunç mesajlar "Taksim ilkyardımda ölümüz yok" mesela, bu demek ki başka bir yerde var. Hemen televizyonu açıyorsun ve tabi ki hiçbir yerde hiçbir şey yok. Kendi adıma o sabah çok ajite olduğumu söyleyebilirim. 

Ben o sabahtan sonra şöyle söyledim: "bu akşam ne olursa olsun ben Gezide olacağım"

Evde oturamam. O duvar o insanların üzerine yıkıldığında zaten evdeydim bu gece ve sonrasın da evde olamam. Bütün bunları sadece ben söylüyorum sanıyordum. Korkunç saldırıları gördükten sonra çevremdekilere şunu diyemedim "tabi ki orada olunmalı, hep beraber gidilmeli..." vesaire. Tek söyleyebildiğim "ben gidiyorum, ne olursa olsun" Çünkü insanları neye çektiğini bilemiyorsun. 

Taksimin arka sokaklarında oturuyorum. Ben ve beraberimde bir kaç arkadaşım ara sokaklardan meydana çıkarken, 1000 kişi en fazla 2000 kişi falan olacak diye aklımdan geçiriyordum, bir yandan da  müdahale bekliyorum. Ama çok başka birşey oldu...

Karıncalar gibi, bütün sokaklardan, hiç tanımadığım, yan yana duracağımı hiç sanmadığım o kadar çok insanla birlikteydim ki...

Ve İstiklaldeki o sloganların yankısını asla unutmayacağım. O gün asla yalnız yürümeyeceksinin ne demek olduğunu anladım çünkü senin gibi düşünenlerle yürüdüğünde aslında hala yalnız yürüyorsun. 

Sabah basın toplantısına saldırı yapıldıktan sonra bir twit okumuştum. Şöyle diyordu; "Bu buluşmanın bir ana merkezi yok. Bu yüzden insanlar karıncalar gibi inatla tepeye doğru çıkmaya devam ediyorlar." Tepeden itiliyorlar ve çoğalarak tekrar tepeye doğru yürüyorlar. Herkes kendi olduğu yerden tepeye çıkmaya çalışıyor, bu yüzden baş edemiyorlar. Onlar sizi dağıttığını düşünüyor. Bir daha gelmezler diyorlar ama insanlar tekrar bir araya gelip yola koyuluyor. 

Bunu söylemekten utanıyorum ama o günlerde çok söylediğim için şimdi de söyleyebiliyorum. Apolitik olduğunu düşündüğüm arkadaşlarımdan tuhaf telefonlar geliyordu. "Biz bilmem nereden Taksim'e girmeye çalışıyoruz. Nasıl bir yol izleyelim. Biz geldik sen nerdFesin? Metro kapalıymış ne yapalım?" yolu tarif etsem mi etmesem mi diye düşünüyor insan. Burada olmayacağına kesin emin olduğum bir arkadaşım aradı ve "Ben Karaköy tarafından gelmeyi düşünüyorum" dedi. Tamam dedim Karaköyden kalabalıkla beraber gelirsin dedim. Bir süre sonra aradı "Ben vapura bindim ama bu kalabalık Cumhuriyet mitingi gibi... Emin misin aynı yere geldiklerine?" dedi. (Gülüşmeler) Ben de dedim ki "Tam olarak onları takip etmen gerekiyor. Çünkü inanmazsın biz aynı yerde buluşacağız" Bu muhtemelen benim en fazla şakasını yapacağım birşey... Gerçek oldu. 

Yine bir yerde okumuştum iki şeyle inatlaşmayacaksın diyordu. Doğayla ve halkla. Burada ikisiylede inatlaşıldı. (Gülüşmeler) Gelen cevap çok net oldu. (Gülüşmeler)

Beyoğlu ve İstanbul bizi yapayalnız bırakan bir kalabalıktan dev bir köye dönüştü. 

Mesela ben yolda hiç tanımadığım insanların telefon konuşmalarına kulak kesilip duyduklarıma müdahale ediyorum. Mesela biri diyor ki "Ben Beşiktaş'a geleceğim" bunu duyunca ben ona "bence inme çünkü öyle şöyle birşey var..." falan diyorum ve o telefonda karşısındakine "gelemiyormuşum" diyor. Yani bana güveniyor. 

Hiç tanımadığı insanlara evini açan, hiç tanımadığı insanlara yardım eden, tanımadığı insanlar için fazladan gaz yiyen bir sürü güzel insan varmış etrafta. Onları gördük.

Bu yüzden bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Burdan büyük bir örgütlenme falan doğacağından değil bence doğmamalı zaten ama insanların hiç biri eskisi gibi olmayacak. Hem kendilerine hem çevrelerindeki insanlara daha fazla güveniyorlar. Bir iktidar kendisine yapabileceği en büyük kötülüğü ancak böyle yapabilirdi. Hiç bir araya gelmeyecek insanları öfkelendirip onalrı bir araya getirmiş oldu. 

Mesela ben o gün çok sinirli olduğum için sokağa çıktım. Çok öfkeliydim.

Yani buradan Türkiye'nin değişeceğine, efendim hükümetin düşeceğine falan inanmıyordum. Sadece çok ama çok sinirliydim ve orada olmam gerekiyordu. Bir adım sonrasını düşünmedim. Sanırım binlerce insanda aynı şekildeydi. (Gülüşmeler) 

Yalnız olmamanın nasıl birşey olduğunu şöyle de anladım. Mesela Facebook'a Geziden bir fotoğraf yüklüyorum ve başka bir şehirden başka bir ülkeden biri "Lütfen koymaya devam et. Sizi böyle takip ediyoruz" yazıyor. 

Ya da başka bir şehirden insanlar arayıp "siz eve dönmeden biz de dönmeyeceğiz" diyor.

İkinci gün olay yayılınca farklı ülkelerden aramaya başladılar. Beş yıldır görüşmediğim Polonyalı bir kadın arkadaşım bana şöyle bir mail attı "Varşovada Türk Konsolosluğuna yürüyoruz. Bizim Facebook grubumuzu 55.000 kişi takip ediyor. Bir notun varsa lütfen yaz. Konsolosluktan biri çıkmadan biz orayı terk etmeyeceğiz. Söylememizi istediğin birşey var mı?" (Kahkahalar)

Normalde hayal bile edemeyeceğin insanların sokaklara döküldüğünü görünce eve dönmemek için yeterli sebebin oluyor.

Gücümüzü şiddete başvurmamaktan aldık. Kimsenin bunu inkar ettiğini sanmıyorum. Biz ne kadar şiddet kullanmadıysak onlar o kadar kullandılar. Biz güçlendik. Bizi diğer güçlü kılan şey inadımızdı. Şiddete başvurmadan inatla ordaydık. 

Benim kişisel olarak çok fazla ezberimin bozulduğunu büyük bir rahatlıkla söyleyebilirim. Bir de onun dışında "Ben bu ülkde daha ne kadar yaşarım bilmiyorum. Zaten etrafımda da kaç kişi kaldı ki?" dediğim bir zamanda "Yooo baya da burada yaşamam gerekiyor. Bir sürü de insan var. Biz burada kendi alanımızı kurabiliriz." dediğim bir hale gelmiş durumdayım. 


Düşünsene şöyle birşey duydum bu hayatta "Nişantaşı Barikatı" (kahkahalar) 

Yargıcı'nın önünde buluşup Nişantaşı barikatı kurmaya gitti insanlar. Bu olabilir miydi? Bu insanlar sokağa çıktıysa birşey olabilir. Gerçekten olabilir.  

Tek korkum vardı. Gezide sonsuza kadar kalınmayacağı belliydi. Korkum sonrasında bu neye dönüşürdü... O da muhteşem birşeye dönüştü.

Yaşadığımız zamanın rengi bence mavi. Çünkü gökyüzü. Kadıköyden o gece köprüyü geçmeye çalışanlarla da, Çarşı'nın peşine takılıp bağıranlarla da, eşcinsellerle de, Kürtlerle de, Gazi Mahallesiyle de, Antalyayla da, Ankarayla da ortak noktamız gökyüzüydü.  O yüzden mavi. 

Yankı var aklımda. O bahesettiğim ilk gece İstiklal'e çıktığımızda hep bir ağızdan atılan sloganların o duvarlardan yansıyıp bize geri dönüğü yankı... "Bu daha başlangıç mücadeleye devam" sloganında ki "BU" yankısı kulaklarımdan gitmiyor. Onu ölünceye kadar unutamayabilirim. O gece o yankı yüzünden eve geri dönmemiş olabilirim. Yürümeye devam ettiysem yankı sayesinde. 

Anı Sahibi: Mavi




1 Temmuz 2013 Pazartesi

...orada 20 yaş filan attım, yaşım büyüdü.





Olay anını anlatacağım. Buradaki çoğu kişi gibi ilk günden beri oradaydık. İlk gün derken bir gece girmişler iş makinalarıyla, yirmi kişilik bir grup engel olmuş. Ertesi gün bir nöbet başladı. O gün gittik baktık ki insanlar çadırla kalıyorlar, ertesi gün tedarikli gelip kalalım dedik. Ertesi gün gittik, orada çadırlar vardı. Birsürü insan vardı, dört buçuk gibi giden gitti az insan kaldı. Sonra haber geldi, dediler ki polis parka girecek hazırlık yapıyor.

Ben hayatımda polisle adres sorma dışında bir yakınlıkta bulunmadım.

Bir kere evimize hırsız girdi, onda da iki tane polis geldi, onun dışında bir iletişimim olmamıştı polisle. Şimdi bunu duyunca ciddiyetin çok da farkına varmadım açıkçası çünkü hiç bir hazırlığımız hiç bir şeyimiz yok. Yani boynumda şalım bile yok ki her gün takarım, o kadar hazırlıksızız... Neyse sonra birisi ortada toplanıyoruz dedi, çadırlardan çıktı herkes, ortada toplandık. Oturmamızı söylediler, oturun ki hiçbir şey yapmayacağımızı anlasınlar, sadece ağaçları koruduğumuzu anlasınlar, hiç bir eylemde değiliz diye. Oturduk, biz bir arkadaşımla beraber en sağda oturuyoruz, polis karşıdan geliyor. O manzarayı gördüğümde ilk kez korktum, aşırı korktum. Çünkü karşıdan böyle kütle kütle polis geliyor. O kadar uzaktan geliyor ki, film gibi, bulutların içinden polisler geliyor. Sonra biber gazı geldi. İnsanlar biraz panik oldu, arkadaşımla beni diğer tarafa çekmeye çalıştılar. Ben bir kız olarak yanımdaki erkeğe “Gitme, otur” dedim. O beni götürmeye çalışıyor ben “Hayır oturacağız burda” diyorum. Neyse ardından birkaç tane daha biber gazı gelince hadi gidelim dedik, yapacak birşey yok. Vallahi stratejik miydi yoksa içgüdüsel miydi bilmiyorum ama polisin geldiği taraftan biz geri çıkmaya çalıştık ve hiç bir polis yoktu orada. Önden bayağı koşturarak kaçtık ve kimse yoktu yanımızda. Ama sanırım çok az insan o yolu tercih etmişti çünkü polis gelmeden önce, insanlar polis önden geliyor, arkadan kaçın demişlerdi. O yüzden çoğu insan Divan’ın ordan kaçmayı tercih etmişti. Biz aksırıp tıksırırken onlardan haber alamadık, sıkışmışlar. En azından telefonlarını açıyorlardı, iyi olduklarını öğrenebiliyorduk. En sonunda bir şekilde polisten kaçmayı başardılar. Sırrı Süreyya Önder kepçenin önüne geçmiş, polisi durdurmuş. Bir kaç saat sonra biz tekrar parka girebildik. Yani bizi Sırrı Süreyya Önder parka soktu tekrar ve çok enteresan bir görüntüydü gerçekten. Bir kaç saat önce bizi oradan çıkarmaya çalışan, insanlık dışı davranan polis, karşımızda tek bir sıra kurmuş duruyor ve bizim söylediklerimizi dinlemeye maruz kalıyordu. İşte orada o müthiş fotoğraflar çıktı. Kitap okuyan çocuk mesela. Bir tane adam vardı, o da çok enteresan, 45-50 dakika boyunca alkışladı polisi. Ama polisle arasında 20 cm  filan vardı. Hiç durmadan alkışlıyordu ve polis buhranlar geçiriyordu, sigaralar yakıyordu ama adam hiç istifini bozmadı. Onun yanında bir adam da 2 - 3 saat boyunca sadece polise gözünü dikip baktı aynı yakınlıktan. Polis de bir süre sonra inat edip bakmaya başladı. Arada gülüyorlardı. O bakışma çok hoşuma gitmişti. Etrafta bakışanları izleyen bir kalabalık vardı. Çok komikti. En sonunda karşılıklı sigara yakıp tokalaşıp bakışmayı bitirdiler. Bu arada günler o kadar uzun ki bir gün bana 5 - 6 günmüş gibi geliyordu. O yüzden zamanı şaşırabiliyorum. Özellikle bir gün içinde üç dört farklı yerde gaz yediğimiz için öyle geliyordu. Bu arada biz hiç uyumuyorduk. Twitterdan facebooktan olaylar duyulmaya başlayınca insanlar saat 8 - 9 gibi gelmeye başladılar. Parkı diğer arkadaşlarımıza emanet edip o saatlerde uyuyabiliyorduk. Sonra daha da kalabalıklaşmaya başladı.Bu arada ilk günkü korkum orada bitti.

İlk geldiler, onları tanımladım, ne yapabileceklerini gördüm ve onlara karşı hiçbir korkum kalmadı, üstelik 2. şafak baskınında çok daha hayvani davranmalarına rağmen...

Bu sefer arkadaşım bize Karaköy’den maske almıştı. O kadar yabancıyım ki daha takmayı bile bilmiyorum aldığım gibi duruyor maske. 2. gün daha kalabalıktık ve bizi parktan çıkarmaya yönelik değil kıstırıp öldürmeye yönelik bir müdahaleyle karşılaştık. Parktan çıkmaya çalışıyoruz, istediğinizi yapmaya çalışıyoruz, neden kapatıyorsunuz her yeri? Ortada kalabalık bir grup, nereye gitsek oradan gaz atıyorlar. En son biri iman gücüyle diyeyim kartonpiyer gibi birşey vardı, orayı kırdı, altından asker gibi süründük, ufak bir uçurum vardı inşaat uçurumu gibi oradan atladık, yolun karşısına geçtik, barikatı tırmandık, en son Talimhane’deydik. Kendi tükürüğümden salyamdan boğuluyorum onu çıkartmam lazım nefes almak için ama çıkarırsam biber gazını soluyacağım. Dedim ki herhalde burada bitecek bu, bitmeli artık. Semt de değiştirdik Talimhane’ye geldik. Bir arkadaşımın ayakkabısı kalmıştı parkta tek ayakkabıyla koşuyordu. Kendi güvenliğimizden emin olduktan sonra parktaki diğer arkadaşlarımıza telefon ettik. Arkadaşlarımızdan biri var ki tamamen tıbbi çözümlere karşı, kendi kendini iyileştirebileceğini zanneder. Mesela bacağı sakatlanır, yürüyerek geçeceğini düşünür, kolu çıkar, oturur. Onu aradım. Kendi sağlığını bu denli önemsemeyen biriyle şöyle bir telefon konuşması yaşadım.

Aradım, neredesin dedim, dedi ki “Burcu beni hastaneye götürmen gerek.”

Tuhaf bir şekilde, ben kendimi hiçbir zaman soğukkanlı biri olarak tanımlamam ama orada 20 yaş filan attım, yaşım büyüdü. Zaten bu arada yanımdaki ayakkabısı düşen arkadaşımla aramızda bir yaş var ama o kadar ablası gibiyim ki onun. Orada bana bir sorumluluk yüklendi, bir de bu süpersonik güçleri olan arkadaşımdan böyle bir telefon alınca dedim ki eyvah, güçlü ol, sakin ol, hemen onu bul ve hastaneye götür. Neyse bir yerde buluştuk biz, bindirdim hemen taksiye, hastaneye gittik. Tam gözünün 1 cm altına biber gazı kapsülü yemişti. Acayip şişti ama Allah’tan gözüne denk gelmedi diyorduk. Taksim İlk Yardım Hastanesine gittiğimizde de yan sedyede kurtarmaya çalıştığı adam vardı ve o adam yüzünden yüzüne kapsül gelmişti. Arkadaşımız bu sefer de doktor kimliğine bürünüp adamla ilgilenmeye başladı. Dışarda arkadaşımızı bekleyen 10 kişi filan var, o yaralıyla ilgilendi. Özetle güç bela gözünü muayene ettirdik, sonunda hastaneden çıktık. Bekleyen 10 kişi iyi mi diye sordu, ben de “o kadar iyi ki başka bir arkadaşını hastaneye götürdü dedim.” (Gülüşmeler) Sonra yolun karşısındaki diğer hastaneye gittik, başka bir arkadaşım da bacağına gaz bombası yemişti, orada tedavi oldu. O gün bana dediğim gibi 5-6 gün gibi gelmişti. Ertesinde basın açıklaması olacağı söylendi. Basın açıklaması için tekrar Divan Oteli’nin oraya gittik. Arabalar geçerken kornaya basmalarını söyledik. Sonra baktık ki BBC tarafından kameraya çekiliyormuşuz. Bu sırada bir arkadaşımızın dirseğine kapsül gelmiş, dirseği kırılmış, bir şekilde kendini bir taksiye atmış, kendini çok belli eden bir kıyafeti sayesinde başka bir arkadaşımızı görmüş uzaktan -ki o kıyafeti sonradan çerçeveletip asıp çocuklarımıza göstermeyi düşünüyoruz-ona bağırmış ve o ona yardım ederek Şişli Etfal’e kaldırmış. Arkadaşımız hala kolu alçıda geziyor. Basın açıklaması yapılmış ama biz duymadık. Sonra akşam İstiklal filan günler biber gazlarıyla geçti. Bir yazı gördüm ben o kadar tuhafıma gitti ki, hepiniz biliyorsunuzdur. “-Şu sokak güvenli mi? -Hayır polis var.” Bu cevap artık komiğimize gidiyor, normalleştirmişiz. Arkadaşımla da bir yerde buluşmak için bir yeri anlatmaya çalışıyordum, “Hani bir gün maskesiz yakalandık ya, oradan kaçıyorduk” ya da “İkinci barikatın orda buluşalım.” Artık günlük dilimize yerleşmiş bunlar ve garipsemiyoruz. Kadınlara yapılan tecavüzler ve ölümler gibi. Ha bugün yine biri mi ölmüş, tamam deyip geçmek gibi. Bu şekle bürünmüş. 

Her şey rağmen yeşil benim aklımdaki renk. Bütün pislikleri atabiliyor. Ben olayları düşündüğümde aklıma sadece Gezi Parkı gelebiliyor, yeşil ağaçlar gelebiliyor. Üstünü çok fazla şey örtmüş olabilir ama aradan sıyrılıyor onlar. 

Ses yok. O kadar gürültünün içinde bir sessizlik var bende. İnsanların çığlıklarını da duymadım. Çünkü o gaz toz bulutuyla beraber her yer beyaz olunca başka bir yere çıkmışız da orada kimse kimseyi duyamıyor, gördüğünü çekip çıkarabilirmişsin gibi bir his vardı. Ses yok hiç aklımda kalan. Ses olarak tezahüratlar var o kadar.


Anı Sahibi: Burcu

30 Haziran 2013 Pazar

...o an hiç inanmadığım Allah’tan o kopek adına özür diledim.




31 Mayıs şaşkınlığı devam ederken, 1 Haziran günü iki saatlik uykuyla tekrar atıyoruz kendimizi sokağa… Arnavutköy’den Beyoğlu’na, boğaz temiz, rüzgarlı, gün aydınlık nedense bir sevinç var içimizde, sanki su kaçan kulağımız o an açılmış yeniden duymaya başlamışız…

Yerimiz Sıraselviler, “Hadi!” diyor arkadaşım… Hemen maskemi indirip Alman Hastanesine doğru yürümeye başlıyoruz ve elbette gaz geliyor… “SAKİN!” “SAKİN!” sesleri arasında ağır ağır geriye yürürken düşünmeye başlıyorum… Havada biber havası var, ağzımda bal gibi bir maske, oh diyorum ya sanki her şey oyun gibi… İleriye doğru yürü, biberi çek, omuzlar dik, yavaş yavaş gerile… Sonra bi daha, sonra bi daha… 

Yıllar önce bir reklam vardı “Bana bi daha aşık olmalısın, sonra bi daha, sonra bi daha!” Evet böyle saçma şeyler gelir aklıma işte… Sonra bir daha yürüyoruz…

Sokak boş, Alman Hastanesinin önünde Toma… Sokağın kenarına dikildik, burnumuzun dibinde o tuhaf alet, hani bir gün önce beyaz t shirtlü arkadaşımızı yere seren garip şey… Şimdi, beni de hatta bizi de alıp savurabilecek kadar yakın… Tamam savursun… Havada biber… Tamam yaksın…

Köşede öylece dururken, toma, arkadaşım ve ben birden polisler çoğalıyor… Nasıl öyle çoğalıyorlar anlayamadan ilk defa ürktüğümü hissediyorum… O garip Toma’dan değil, havadaki gazdan değil cinsimden korkuyorum… İnsanı görünce kaçıyoruz ilk gördüğümüz binada nereden baksan on – on beş kişiyiz apartman boşluğunda… Zaten  o  an orada değiliz, çıplak kalmış en insani halleriyle köşeye sıkışmış korkan birileriyiz… Polisler geçiyor önümüzden, rengimiz sarıdan hallice, arkadaşıma bakıyorum nedense bir an evden çıkmadan sevdiğim küçük kızı geliyor aklıma… “Gidelim” diyor… “Hayır, polis var” diyorum. Elimi tutuyor sonra, iki kişi yeniden çıkıyoruz sokağa…

Sokak boş, polisler yok, sokak bomboş, yürüyoruz elele… Yüzümüzde o gülümseme, sanki biri sesimizi duymuş gibi… 

Yürüdük işte öylece… Sonra bi daha, sonra bi daha…


Bi de bi kopek gördüm çok korkmuştu, kendi cinsimden korkan ben o an hiç inanmadığım Allah’tan o kopek adına özür diledim.

Anı Sahibi: Goncagül